Emir subayı, “Ne yapacağız şimdi?” dedi kaygı ve heyecan içinde.
“Gömeceğiz onu,” dedi Timothy Lean.
İki subay, yoldaşlarının, ayaklarının dibinde yatan cesedine baktılar. Yüzü çivit mavisiydi; ışıldayan gözleri göğe bakıyordu. Orada dikilmiş duran ikisinin tepesinden kurşunlar vızır vızır geçiyordu, Lean’in Spitzbergen piyadelerinden oluşan bitkin bölüğü, tepenin başından ölçülü bir yaylım ateşi açmıştı.
“Daha iyi olmaz mı … ” diyecek oldu emir subayı.
“Gömme işini yarına bıraksak.” “Hayır,” dedi Lean.
“Bu mevziyi bir saat daha tutamam. Geri çekilmek zorundayım, o yüzden koca Bill’i gömmek zorundayız.”
Emir subayı, “Tabii,” dedi duraksamadan. “Senin adamların istihkam aletleri var mı?”
Lean, arkasına dönüp küçük taburundakilere seslendi; iki asker ağır ağır oraya geldi, birinin elinde kazma, öbüründe kürek. Rostina keskin nişancılarının(1) bulunduğu yöne doğru baksınlar. Kulaklarının yakınında kurşun yağıyordu. “Şurayı kazın,” dedi Lean sert bir sesle. Bunun üzerine askerler bakışlarını önlerindeki çimenliğe indirdiler; kurşunların nereden geldiğine bakamadıkları için telaş ve korku içindeydiler. Toprağa inen kazmanın tekdüze sesleri yakınlarından vızır vızır geçen kurşunların çatırtılarına karışıyordu. Biraz sonra öteki er küreklemeye başladı.
“Bence,” dedi emir subayı usulca, “ceplerini bir arasak iyi olacak.”
Lean başıyla doğruladı. İkisi de tuhaf bir dalgınlıkla cesede baktı. Sonra Lean birden omuzlarını dikleştirip canlandı. “Evet,” dedi, “ceplerinde ne varmış, bir bakalım.” Diz çöküp elleriyle subayın cesedini yokladı. Ama elleri ceketin düğmelerinde duraladı. İlk düğme kurumuş kandan kiremit rengini almıştı; Lean düğmeye dokunmaya cesaret edemiyor gibiydi.
“Hadisene,” dedi emir subayı boğuk bir sesle.
Lean kaskatı kesilmiş elini uzattı, parmakları kana bulanmış düğmelerde titreyerek dolaştı. Sonunda yerinden doğrulduğunda yüzü sapsarıydı. Bir kol saati, bir düdük, bir pipo, bir tütün kesesi, bir mendil, küçük bir iskambil kutusu ve bazı belgeler bulmuştu. Emir subayına baktı. Bir sessizlik oldu. Emir subayı, bu korkunç işi Lean’e yaptırmakla korkaklık ettiğini geçiriyordu aklından.
“Evet,” dedi Lean, “sanırım hepsi bu kadar. Kılıcıyla tabancası sende mi?”
Emir subayı, suratını buruşturarak, “Evet,” dedikten sonra, birden öfkeye kapılarak iki ere döndü, “Çabuk kazın şu mezarı!” dedi. “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz? Duymadınız mı, çabuk olun! Bu kadar salağım da … “
O öfkeden kudurarak bağıradursun, iki er can derdindeydi. Başlarının üzerinden durmadan kurşunlar geçiyordu. Sonunda mezar kazıldı. Dört dörtlük bir mezar olduğu söylenemezdi – derin olmayan, küçük bir çukur işte. Lean ile emir subayı hiçbir şey demeden bir kez daha tuhaf bir biçimde bakıştılar.
Sonra emir subayı birden garip bir kahkaha patlattı. Sinirlerinin altüst olmasından kaynaklanan ürkünç bir kahkaha. “Pekala,” dedi Lean’e alaycı bir sesle, “yuvarlayalım şunu mezara, bitsin gitsin.”
“Tamam,” dedi Lean. İki er, ellerindeki kazmayla küreğe dayanmış, bekliyordu. “Sanırım, onu mezara biz kendimiz yerleştirsek daha iyi,” dedi Lean.
Emir subayı, cesedin üstünü Lean’e arattığını anımsamışçasına, “Haklısın,” dedikten sonra cesaretini toplayıp eğildi, ölü subayı giysisinden tuttu. Lean de ona el verdi. İkisi de parmaklarının cesede değmemesine özen gösteriyordu. Cesedi var güçleriyle sürüklediler; kaldırıp mezarın içine bırakıverdiler. Sonra doğrulup yine birbirlerine baktılar – hep birbirlerine bakıyorlardı zaten. Rahat bir nefes almışlardı.
Emir subayı, “Sanırım,” dedi, “sanırım bir şeyler söylememiz gerekiyor. Cenaze duasını biliyor musun, Tim?”
“Mezara toprak atmadan cenaze duası okunmaz,” dedi Lean bilgiççe dudak bükerek.
Emir subayı, yaptığı yanlışın şaşkınlığıyla, “Yok yahu!” dedi. Sonra birden, “Boşversene,” diye bağırdı, “hadi, daha bizi duya bilecekken bir şeyler söyleyelim.”
“Tamam,” dedi Lean. “Peki, sen biliyor musun duayı?”
Emir subayı, “Tek bir kelimesi bile gelmiyor aklıma,” dedi. Lean son derece ikircikliydi.
“Birkaç kelimesini söyleyebilirim, hepsi o kadar … “
“Söyle o zaman,” dedi emir subayı. “Ne kadarını biliyorsan. Hiç yoktan iyidir. Hayvan herifler tam üstümüze ateş ediyorlar.”
Lean, iki askere bakıp, “Hazırol!” diye haykırdı. Askerler topuk vurarak hazırola geçtiler; yaslı bir havaya bürünmüşlerdi. Emir subayı miğferini çıkarıp önüne aldı. Lean, başı açık, mezarın başında durdu. Rostina keskin nişancıları aralıksız ateş ediyorlardı.
“Ey Yüce Tanrım, arkadaşımız ölümün derin sularına battı, ama ruhu boğulmakta olanların dudaklarından yükselen kabarcıklar gibi Sana atıldı. Yalvarırız, Yüce Tanrım, uçuşan şu küçük kabarcıktan yardımını esirgeme ve … “
Lean, duayı kısık sesle ve utanarak okumasına karşın, buraya kadar hiç duraksamamıştı, ama tam orada umarsızlığa kapılarak durdu ve cesede bakakaldı. Emir subayı ürkek ürkek yaklaştı. “Ve Senin yüce doruklarından,” diye başlayacak oldu, ama o da sürdüremedi. Lean de, “Ve Senin yüce doruklarından,” diye yineledi.
Emir subayı, birden Spitzbergen gömme töreninden bir söz anımsayınca, hepsini anımsamış da sonuna kadar sürdürebilirmiş gibi muzaffer bir edaya büründü. “Ey Yüce Tanrını, merhamet et … ” “Ey Yüce Tanrını, merhamet et … ” dedi Lean de. Emir subayı da, “Merhamet,” diye yineledi ve hemen sustu. “Merhamet,” dedi Lean de. Sonra birden acımasızlaşarak iki askere döndü ve yabanıl bir sesle, “Atın toprağı,” dedi. Rostina keskin nişancıları hiç şaşmadan, aralıksız kurşun yağdırıyorlardı.
Yaslı görünen erlerden biri, elinde küreği, öne çıktı. Toprağa daldırdığı ilk küreği kaldırdı, ama bir an nedense duraksadı ve çivit mavisi yüzüyle mezardan sert sert bakan cesedin üzerinde öylece tuttu. Sonra da küreği boşalttı – cesedin ayaklarının üstüne.
Timothy Lean, üstünden binlerce ton yük birden kalkmış gibi hissetti kendini. Askerin kürekteki toprağı cesedin yüzüne boşaltacağını sanmıştı. Oysa ayaklarına boşaltmıştı. Ne büyük bir başarıydı ama … hah, hah! İlk kürek cesedin ayaklarına atılmıştı. Ne kadar hoş!
Emir subayı sayıklarcasına bir şeyler söylemeye başladı. “Evet, elbette … onca yıllık muhabbetimiz var bu adamla … olamaz … can dostunu savaş meydanında çürümeye bırakamazsın kardeşim. Durma, Tanrı aşkına, doldur küreği, boşalt toprağı, hadi.”
Elinde kürek olan asker birden öne kapandı, sağ eliyle sol kolunu tuttu, emir beklercesine subayına baktı. Lean küreği yerden aldı. “Geri saflara git,” dedi yaralı ere. Öteki askere de, “Sen de koru kendini,” diye seslendi, “ben bitiririm bu işi.”
Yaralı asker, kurşunların geldiği yöne hiç bakmadan, bayırdan yukarıya doğru tabanları kaldırdı; öteki er de aynı hızla ardından fırladı, ama koşarken tam üç kez dönüp kaygıyla arkasına baktı. Çoğu zaman, vurulanla vurulmayanı ayıran budur.
Timothy Lean küreği toprağa daldırdı, bir an durduktan sonra, yüzünü tiksinircesine buruşturarak toprağı mezara attı; toprak pat diye mezara düştü. Lean birden durdu, soluklanan bir işçi gibi alnının terini sildi.
“Belki de yanlış yaptık,” dedi emir subayı. Alıkça bir bakış dolaştı yüzünde.
“Onu tam bu sırada gömmeseydik daha iyiydi belki de. Ama tabii yarına bıraksaydık, o zaman da ceset … “
Lean, onun üstü olmadığına bakmadan, “Lanet olsun,” dedi, “çenen tutulsun. Kıdemli subay değildi o.”
Küreğe yeniden toprak alıp mezara boşalttı. Toprak her seferinde pat diye bir ses çıkarıyordu. Lean, bir süre, kendini bir tehlikeden kazıp çıkarıyormuşçasına, mezara çılgınca kürek attı durdu.
Çok geçmeden, cesedin çivit mavisi yüzünden başka bir şey görünmez oldu. Lean, küreği bir kez daha doldurduktan sonra emir subayına dönüp, “Aman Tanrım!” diye bağırdı.
“Adamı mezara koyarken neden yüzükoyun çevirmedin? Şimdi … ” Artık kekelemeye başlamıştı.
Emir subayı anlamıştı. Benzi kül gibi oldu. Yalvarırcasına, “Devam et, be adam,” diye inledi.
Lean, kürekteki toprağı savuruverdi. Toprak bir sarkaç gibi eğri çizerek savruldu. Mezara düştüğünde pat diye bir ses çıkardı.