Son küçük bir deparla Eminönü- Karaköy 15.45 vapuruna yetişebildim.
Az önce minibüsün ön koltuğundan inerken minibüs şoförüne kolay gelsin dedim. Sanki bütün gün işi benim sayemde iyi geçecekmiş gibi bir hafiflik hissediyorum.
Ön koltuğa, yanına oturduğum için aramızda bir yaşanmışlık geçtiğini düşünüyorum. Eğer arka tarafta kalsaydım çok fazla bir temas olmayacaktı hayatlarımızda ama oldu. Bu yüzden gününün kolay geçmesini yürekten diledim.
Her neyse. Evden çıktım çünkü kitap okumak istiyorum, müzik dinlemek. Ve bunlar dışında hiçbir şey yapmamak. Eğer imkanım olsa taksiye biner ve tüm gün boyunca beni dolaştırmasını isterdim ama ne yazık ki buna ayıracak bütçem yok. Çok fazla bunaldığımda taksiye binip, “Ağabey beni 50 liralık dolaştır” demeye benzemiyor sonuçta, bu eylemlere tüm günümü ayırmak istiyorum çünkü.
Vapura bindim, şu an yazıyorum. Birazdan okumaya da başlayacağım. Evden çıkarken kendime söz verdim. Bir kısmımı evde bıraktım. Şu an hafifim. İnsan bazen kendini evde bırakmalı. Dışarı çıkmalı. Bunu yapabilmeli.
Sanki yolu geri dönmeyecekmiş gibi bir kararlılıkla gidiyorum herhangi bir yere. Yetişmeme gerek yok. İnsanları seyretmeyeceğim. Kimse umurumda değil. Kendim de değilim. Sadece uyur gezer gibi bir yolculuğa ihtiyaç duydum. Beyin ölümü gerçekleşmiş biri gibi. Sanki İstanbul’u ilk kez görüyormuş gibi davranacağım. Dinlediğim her müziği ilk kez keşfetmişim gibi merakla dinleyeceğim. “Bu kuşlar” diyeceğim içimden sürekli. “Hiç yorulmuyorlar mı uçmaktan?”
Eve nasıl döneceğimi de düşünmeyeceğim. Geri dönmesi mümkün olmayan hiçbir yol yoktur nihayetinde.
Kendimi bir şekilde evde bulurum.
Vapurun içinde bir ses yükseliyor, öyle ki kulaklığımda çalınan müziği bastırıyor ses. Bazen insan ne dinleyeceğine bile karar vermek istemez. Hissettiğim yeğniliğe yaraşır bir şey ne dinleyeceğime karar vermemek. Bu yüzden kulaklıklarımı çakardım. Bu sıralar bir film sayesinde gündem olmuş şarkıcının müziğini işittim. Ferdi Özbeğen’in Büklüm büklüm şarkısı. Şu an seslendiren müzisyenin sesi epey farklı ama güzel söylüyor. Bir an nereli olduğumu boş veriyorum, anadilimi de öyle. Herhangi bir yerli gibi dinliyorum müziği. Sözlerini anlamlandırma ihtiyacı gütmeyince, müzik kendi kendine evrenselleşiyor. Bu hissettiğim hafifliği katlıyor ve arkama yaslanıyorum biraz daha. Oturduğum koltuğun şeklini almama ramak kaldı.
Bir süre sonra değişen şarkıların kime ait olduğuna bile kafa yormayı bırakıyorum. Vapurdan inmeme az kala bir vakitte kitabımı kapatıyorum. Okuduğum satırlardan ne anladığımı bile anımsamıyorum. Bir şeyler yapmış olmanın verdiği bir iç huzuru temsil ediyor hislerim ama onları başı boş bırakıyorum. Kalabalığın arasından dışarı süzülürken, çok yakından tanıdığım birini görsem bile tanıyamayacağım kadar boş gözlerle bakıyorum etrafa. Kendimi evde bırakmış olmanın hakkını vermem gerek.
Karaköy’de bir kalabalık var. Bu kalabalığa alışık olmama rağmen içimden niye bu kadar kabalık acaba diye geçiriyorum. Bazen cevabın önemsiz olduğu sorular sormalı insan kendisine. Ve bunun üzerine düşünmemeli. Bir nevi beyin jimnastiği gibi sorular ama. İnsanı dar ağacına götürecek sorular değil.
Maskesini çenesinin altına almış sigara içenler, balık tutanlar… Restoranlar, kafeler kapalı. İnsanlar da denize yakın noktalarda oturmakta bulmuş çareyi. İnsanların hayatın yoğun temposundan kaçması gerek. Burası, bunun için elverişli bir yer.
Ara sokağa dalarken arabaların oluşturduğu trafiği görmezden geliyorum. Her şey bir şeyin parçası olmamıza sebep oluyor. Bir aracın içerisinde olsaydım ben de bir şeye dahil olmuş olacaktım ama değilim. Bu iyi hissettiriyor. Sakin bir sokağa zaman yatıracağım. Bu güzel bir şey.
Sokakta bazı yapılandırmalar var, sürekli işçi kıyafetleriyle dolanan adamlar görüyorum. Onun dışında neredeyse boş. Biraz daha yürüyüp köşeyi dönünce karşıdan gelen bir kadın dikkatimi çekti.
Saçları kısacık kadının, üzerinde siyah kargo pantolonla deri bir ceket var. Gözünde de siyah güneş gözlükleri. Deri ceketin kollarını sıyırmış, omuzları cılız ve kolları epey zayıf. Boyu uzun ama heybetli bir vücudu yok. Elinde de bir köpeğin tasmasını tutuyor. Köpeğin cinsi Doberman. Kulakları dik. Hızlı yürüyor, tasmasını sıkı sıkıya tutan insanının geriye doğru meyletmesini sağlayacak kadar hızlı. Kadında garip bir sakinlik var. Yüzü oldukça gevşek. Boştaki elini pantolonunun cebine sokmuş, köpeğin hızına inat bir yavaşlıkla yürüyor. Yoldaki herkesin dikkatini çekecek, garip bir görüntüleri var. İkisi de simsiyah olduğu için film sahnesinin içinde hissediyorum kendimi ama çok da dikkatli bakmamaya çalışıyorum. Gerçi baksam da kadının gözlüklerinin ardındaki gözleri hiçbir yere uğramıyor, dimdik karşısında bakıyor. Birden doberman bir şeye karşı hırslandı, tasmasını zorladı ve kadın bu beklenmedik atağını büyük bir sakinlikle karşılayarak tasmayı serbest bıraktı. Köpek, depar atarak öyle hızlı bir şekilde koştu ve köşeyi döndü ki, yanımdan geçerken korkudan yolun kenarına doğru kaçınmam gerekti. Arkama döndüm, köpeğin bir kediyi kovaladığını fark ettim. Kedi bedeninin verdiği hafiflikle çevik bir atakla arabanın altına kaçmasa şimdiye dek param parça olmuştu. Yüzümdeki şaşkınlık ifadesini silmem zaman alıyor. Tekrar önüme döndüğümde kadının bana biraz daha yaklaştığını fark ettim, hiç istifini bozmamıştı. Hala sakince yürüyordu. Kaşlarımı çatıp derin bir nefes almam gerekti. Arkamda bıraktığım manzara kafamı kurcalamak istese de bunu savurdum. Garip bir insana ve insanına benzeyen bir köpeğe rast gelmiş olmanın, bugün başıma gelen en sıra dışı şey olmasını diledim.
Yol bittiğinde karşıdan karşıya geçmem için trafik ışıklarını beklemem gerekiyordu. Benimle birlikte bekleyen bir insan sürüsü var. Aynı şekilde yolun karşısında bekleyen bir sürü daha. İşte şimdi ben de bir şeyin parçası oldum. Bir kalabalıkla beklerken, kendimize atfettiğimiz tüm özellikler anlamını yitiriyor. Kalabalığın içindeki sıradan birer insan oluyoruz. Bir bütünün parçaları, bir sürünün bireyleri…Bu bana kendimi hiç iyi hissettirmiyor. Herhangi bir grubun içindeki, herhangi bir insan olma duygusu benim benliğimi zedeliyor ve belki de bu kibirden başka bir şey değildir.
Kafamı meşgul eden fazlalıklardan kurtulmak için karşımdaki insan kalabalığına bakmam yetti.
Sonra kolektif bir bilinçle karşıdaki insanlarla yer değiştirdik. İçimden buna uyum sağlamayacak kadar bilinçsiz olmanın hayalini kurarken, ayaklarım sekteye uğramadan adımlarını atıyordu.
Hafif bir yokuş tırmandım. Sonra yokuş biraz dikleşti. Birkaç ara sokaktan girdim, dümdüz gidersem nereye varacağını biliyorum yolun. Biraz kaybolmalıyım, hakkını vermeliyim evden çıkışımın.
Pencerelerde kediler var. Sokaklarda da kediler var. Kedilerin arasında bile sınıf farkı var. Kedilerin bile şanslısı var, şanssızı var. Uyum sağlayabileni, uyumsuzu var. Her neyse, yaşam sınıfsaldır. Her şey için. Şimdilik bunu bir kenara bırakmak istiyorum.
Ne kadar ara sokaklara dalsam da bu yolların nereye çıkacağını biliyorum. İstanbul’un sokaklarını bilmek benim işim. Çünkü yürümek de benim işim. Gökyüzünü boyamak gibi ulvi bir görevim yok ama. Dümdüz yürüyorum. Geçtiğim sokak farkına varmıyor geçtiğimin, öyle sakin yürüyorum.
Yol Sıraselviler caddesine çıktı. Bu caddenin sonu da Taksim Meydanı. Müzik değişiyor sürekli, yanımdan geçenler değişiyor ve ben hiçbir şey düşünmüyorum. Yağmur çiseliyor, azalıyor, bitiyor. Yol da bitti. Taksim meydanı kalabalık. Taksim meydanı hep kalabalık. Şahit olduğu şeylerden dolayı hep uyanık, hep ayık.
Kendime bir kahve alıyorum, sade filtre kahve. Metro istasyonunun kenarlarında oturma yerleri var. Çöpe yakın olan kısma yürüyorum. Maskemi çıkarıyorum, bir sigara yakıyorum. Bir kol mesafe ötemde küçük bir kız çocuğu var. Gülümsüyorum ona ama karşılık alamıyorum. Olsun. Karşılık bekleyen kim.
Kız çocuğu çok güzel. Uzun kumral saçları var, örülmüş. Gözleri ela, yüzünde kirlenmiş bir maske var ama çenesinde duruyor. Burnu küçük, dudakları pembe, yanakları belirgin. Benden rahatsız olup kalkıyor yanımdan. Birkaç adım atıyor, bir adamın yanında duruyor. Adam kısa boylu, üstü başı eskimiş, kir içinde. Elinde kuru mendiller var, gelene geçene uzatıyor, para istiyor. Çocuk, babası olduğunu tahmin ettiğim adamın montunun eteğine sarılıyor, babası kıza bakmıyor. Kız bir süre sonra beni unuttu. Babasının çevresinden birkaç adım ayrılarak etrafta dolaşmaya başladı. Kızın üzerinde pembe eski bir mont var, altında da paçası lastikli gri bir eşofman. Ayağında kısa topuklu botlar var, kovboy botları ama birkaç numara büyük gelmiş ayaklarına. Rengi de kahverengi. Bir an da topuklarının üzerinde durup kendi etrafında dönüyor. Sonra aynı şeyi parmak uçlarında yapıyor. Kafasını sallıyor, vücudunu sallıyor. Güzel gözüküyor. Bir sahnede olsa, tıpkı bir balerin gibi dans edebilir. Ama bu hiçbir zaman gerçekleşmeyecek.
Sigarama dönüyorum, kahveme dönüyorum. Sigarayı hızlı içmeliyim, dikkatli içmeliyim çünkü dışarıda sigara içmek yasak. Bu yasağın ne gereği var ya da gereği var mı kısmına kafa yormuyorum. Yeteri kadar yorduğumu düşünüyorum.
Hava soğuyor, kararıyor. Önce sigaram bitiyor, sonra kahvem. Derin bir nefes alıyorum. Ellerimi temizlemek istiyorum, çantamı karıştırıyorum, kolonya arıyorum ama bulamıyorum. Koymamışım çantama. Sonra bir el yandan kolonya uzatıyor bana. Avuçlarımı uzatıyorum ele doğru, bebek kolonyası avuç içlerime tazyikle çarpıyor, ovuşturuyorum ellerimi. Yanımdaki insana dönüyorum, tanıdık biri. Kendim. Kendim bana kolonya uzatmış. Teşekkür ediyorum kendime. Kim olduğumu unutmuştum, nerede olduğumu ve ne yapmam gerektiğini. Evin yolunu da unutmuştum. Şimdi kendimle karşılaşmam iyi oldu. İnsan, evden çıktığında ne yapacağını bilmezse, kendiyle karşılaşmalı. Bu güzel bir şey. Şanslıyım.
“Ne yaptın bugün?” diye soruyor bana. Omuzlarımı silkiyorum. “Hiç” diyorum, hiçbir şey. Anlıyor bu durumu. Garipsemiyor. İnsanın kendine açıklama yapması gerekmez bazen. Bu iyi bir şeydir.
“Beni eve götürür müsün?” diyorum kendime. Başını sallıyor. Ayağa kalkıyoruz. “Gel” diyor, “metrobüsle gidelim. Vapura kadar yürürsek, eve giden son otobüsü kaçırırız.”
Şimdi o bana bunu söylemese ben belki de geldiğim yolu geri dönerdim. İnsan bazen ne yapacağını bilmediğinde, en iyi bildiği şey neyse onu yapar. Geldiği yolu geri döner çünkü başlangıç noktası tanıdıktır. Ezbere hareket etmek risksizdir.
Onun dediğini yapıyorum seve seve. Önce metroya biniyoruz, sonra metrobüse. Ben ne dinleyeceğimi bilmeyince, ne dinleyeceğime de karar veriyor kendim. Hatta köprüden geçerken “bak” diyor İstanbul boğazını gösterip. “Sen çok seversin seyretmeyi.”
Evet severim. Hep seyrederim. Ama unutmuşum bugün. Onu dinliyorum. Seyrediyorum.
Eve giden son otobüse yetişiyoruz. Zaten yasak var, saat dokuzdan sonra dışarıda olmamamız gerek. Bu otobüse yetişmesek, epey sıkıntı çekerdik.
Eve girene kadar aklımda balerin kız çocuğu var. Bir sahnede ellerini havaya kaldırmış dans ediyor.
Kız çocuğu bu dünyaya bunun için gelmiş. İnsan bazen dünyaya neden geldiğini bilir. İnsan bazen neden burada olduğunun cevabını bulur. Ben bilmiyorum. Garip, kendim de bilmiyor. Olsun. Hayat devam ediyor, bugün hala hayattayız, yarın belki bir sokak arasında buluruz onu.
[zombify_post]