Bir Mesnevi Parodisi Olarak Benim Adım Kırmızı

Romandaki Orhan, bütün bu hikâyeyi roman şeklinde anlatamayacağına göre bir mesnevi yazmış olmalıdır. Benim Adım Kırmızı o mesnevinin günümüzdeki halidir.


İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Alain Robbe–Grillet ve arkadaşları, kendilerinden önceki roman anlayışlarını eleştirerek “Yeni Roman” akımını başlatmışlardır. Bu akım, zaman içinde postmodern roman denen türün oluşmasını sağlamıştır. Bu romanın en belirgin özelliklerinden biri, metinlerarası ilişkileri afişe etmesidir. Metinlerarasılık olarak ifade edilen bu yeni anlayışa göre metinlerin kendilerinden önceki metinlerden etkilenmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu etkileri gizlemenin anlamı yoktur. Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı romanında mesnevilerle romanı arasında metinlerarası bir ilişki kurmuştur. Çalışmada, Benim Adım Kırmızı romanıyla mesneviler arasındaki ilişki, metinlerarası teknikler olan parodi ve pastiş düzeyinde ele alınacaktır.

Kökenleri aklın yüceltilmeye başlandığı Rönesans-Reform hareketlerine, Aydınlanma Çağı ile rasyonalizme dayanan ve Orta Çağ’ın skolastik düşüncesinden farklı olduğunu belirtmek için Latince modo (şimdi) kelimesinden türetilen modernizmin temel hedefi akıl ve bilimle insanlığı mutlak mutluluğa eriştirmekti. Fazlasıyla dünyevi olan bu düşünce biçimine romantizm döneminde bir mola verilmiş, daha sonra modern düşünce yine Batı dünyasına hâkim olmuştu. Ancak 20. yüzyılın ilk yarısına iki dünya savaşı sığdıran Batı’da, 1950’lerden sonra, bu düşünce biçimine karşı tepkiler yükselmeye başlamıştı. İşte, “sonrası” anlamına gelen “post” sözcüğünün eklenmesiyle ortaya çıkan “postmodernizm”, bu tepkilerin bir sonucudur; ancak postmodern, modernden tamamen kopuk değildir. Postmodernizm kendini çoğunlukla modernizmle kıyaslayarak var ettiği için ona muhtaçtır. Hatta bazı düşünürlere göre postmodernizm, modernizmin daha iyi hale gelmesi için oluşturulan öneriler bütünü, modernizmin bir devamıdır.

Terimlerde ve tanımlarda tam bir uzlaşı olmamakla birlikte, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, önceki dönemlere ait birçok uygulamanın eleştirildiği açıktır. Bu eleştiriler, felsefe ve politika gibi düşünsel disiplinlerden sanatsal disiplinlere kadar oldukça geniş bir alana yayılmıştır. Çalışma, bu eleştirilerin etkisinde ortaya çıkan roman türüyle ilgilidir.

Postmodern Roman

Postmodern romanın ilk örnekleri, Balzac romanı olarak niteledikleri romanı eleştiren ve bu roman anlayışını değiştirmek isteyen Alain RobbeGrillet ve arkadaşlarının öncülüğünde, “Yeni Roman” adıyla İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’da ortaya çıkmıştır. Kendilerinden önceki roman anlayışını eleştiren Grillet, konuyla ilgili yazılarından oluşan Yeni Roman isimli derleme eserinde, eskinin değiştirilmesini, edebiyatın yenilenmesi gerektiğini dile getirmiştir. (Grillet, 1981: 45) Aslında bu talebi, birçok edebi akımda görülen “kendinden öncekileri kötüleme”den daha köklü bir tepki olarak görmek mümkündür. Çünkü Grillet eleştirilerini kendilerinden bir önceki devre değil, Balzac romanından başlayarak, Proust ve Faulkner’ı bir nevi öncüleri olarak gördüğü için (Grillet: 1981: 58) onları hariç tutarak, bütün romanlara, bu roman anlayışına karşı yöneltmiştir.

Grillet’nin kişiyi değil kişinin gördüğü nesneyi öne çıkaran, anlamı hazır bir şekilde okura sunmayan, içeriği değil biçimi önceleyen, olayı geri plana alan roman anlayışı ise zaman içinde başka kuramcıların da ilavesiyle günümüzde postmodern roman ya da postmodern anlatı denen türü ortaya çıkarmıştır. Ancak postmodern, modernle ilgili hemen her şeyi sorguladığı için, bu yeni türün ne kadar “roman” olduğu da tartışılmıştır. Bu nedenle “postmodern bir metnin tahlilinde belki de en güçlük çekilen nokta, metnin türselliği konusunda yaşanan şüphelerdir. Her ne kadar edebi türler konusunda ileri sürülmüş savlardan bir kısmı zaten, daha statik bir ‘tür’ anlayışına karşı çıkarak her metnin pek çok anlamda olduğu gibi, yazılmış olduğu edebi türde de birtakım değişiklikler yapabileceği, hatta yapması gerektiğine dikkat çekiyorsalar bile, ne klasik anlayışta ne de modern anlayışta Postmodernite de olduğu kadar türlerin belirsizleştiği bir süreç yoktur. Öyle bir türsel problem yaşanmaktadır ki herhangi bir metnin öykü mü, bir deneme yahut bir roman mı olduğu hatta, bunun bir isminin olup olmadığı konusunda bile ciddi sorunlar yaşanmaktadır.”

Bu belirsizliğe rağmen, postmodern bir romanın taşıdığı özelliklerden bahsetmek mümkündür. Bu özelliklerin hemen hepsi modern romanlarda bulunan özelliklerin çoğunlukla tam tersidir. Örneğin postmodern bir roman denince akla ilk gelen teknik olan üstkurmaca, aslında modern romanlarda da kullanılmıştır. Ancak modern romanlarda bu teknik inandırıcılığı arttırmak için kullanılırken postmodern romanda, postmodernizmin öncüsü olduğu düşünülen romantizm dönemi romanlarında olduğu gibi, kurgusallığı ifşa etmek, romanın kendisine, biçimine dikkat çekmek için yapılmaktadır. Diğer belli başlı özellikler şöyle sıralanabilir: Ciddiyete karşı mizahi ve oyunsu olma, kahramanı yüceltmeye karşı roman kişilerini roman mekanizmasının bir parçası olarak görme, içerikten çok biçime, roman tekniklerine önem verme, popüler türlerden uzak durmaya karşı polisiye gibi türlere yönelme, görüşleri empoze etmek için roman kişilerini benimseme ve benimsetmeye karşı çoğulcu bakıp tarafsız pozisyon alma, mutlak çözümler sunan bir görüşe (üst anlatılar) bağlı olmaya karşı, bu görüşleri mizahi bir bakışla eleştirme, herkesin anlayabileceği bir dil kullanmaya karşı anlamı muğlaklaştırma ve çoklu yorumlara elverişli dil kullanımı; tarihi, mutlak gerçeklerin anlatıldığı bir alan olarak görmeye karşı tarihi metinlerin de kurgusallığına vurgu, tarihi de oyun alanına çekme, gerçeklere bağlı olmaya karşı fantastik türlere yönelme; toptan, bütüncü çözümler yerine parçalara, yerelliğe dönüş ve nihayet, çalışmanın da konusu olan, özgünlüğe karşı metinlerarasılık.

Metinlerarasılık

Metinlerarasılık, günümüzde postmodern kuramcılardan sayılan Julia Kristeva’nın ortaya koyduğu bir anlayıştır. Buna göre metinler, kendisinden önceki metinlerden etkilenir; kendilerinden sonraki metinleri ise etkilerler. Bu etkiden sıyrılmak mümkün değildir; çünkü hiçbir yazar örneğin roman okumadan roman yazamaz. Dolayısıyla öyle ya da böyle sanatçının üzerinde kendisinden önceki eserlerin etkisi vardır. Postmodern eserlerde bu kaçınılmaz etki gizlenmez, bilakis afişe edilir. Çünkü onlara göre mutlak özgünlük mümkün değildir. Metinlerarasılık düşüncesi önceleri “1960’1ı yıllardan sonra yazılan ve postmodern olarak adlandırılan Yeni Roman temsilcilerinin (Butor, Simon, Robbe-Grillet, Sarraute) romanlarında geniş bir uygulama alanı bulur, postmodern romanı belirleyen en önemli özellik durumuna gelir.”

Metinlerarası etkileşim birçok teknik kullanılarak eserlerde kendini göstermiştir. Çalışmada ise bu tekniklerden en sık kullanılan ikisi, parodi ve pastiş ele alınacaktır. Bu iki terimin anlamı ve tekniklerin kullanım şekliyle ilgili olarak kuramcıların tam bir görüş birliğine vardıkları söylenemez. Dolayısıyla bu iki terimin farklı kaynaklarda farklı açıklamalarının yapıldığı, hatta birbirlerinin yerine kullanıldıkları; bazen de parodi-pastiş olarak birlikte kullanıldıkları tespit edilmiştir. Çalışmada ise bir metot bütünlüğü olması açısından, iki terim arasındaki farklılıklar ortaya konmaya çalışılacaktır. Parodi “bir metni başka bir amaçla kullanmak, ona yeni bir anlam yüklemektir. Bu yeni anlam, mizahi bir söylemle eski metni iğnelemek için oluşturulabileceği gibi; bu amacın tamamen dışında olarak diğer metne duyulan bir saygının ifadesi olarak da oluşturulabilir. Örneğin Şinasi’nin Şair Evlenmesi isimli oyunundaki “yanlış kızla evlenme” konusu, parodik bir şekilde Orhan Pamuk’un Kafamda Bir Tuhaflık isimli romanında yer almış, romanın kahramanı Mevlut yanlış kızı kaçırmış ve onunda evlenmiştir. Postmodern eserlerde bu etki gizlenmediği için de bu parodi, bölümün başında “Büyük dururken küçüğü kocaya vermek pek âdet değildir. Şinasi, Şair Evlenmesi” şeklinde bir epigrafla okura bildirilmiştir.

Parodi temelde içerikle ilgili bir taklit olarak görülür, Aktulum’a göre ise pastiş, “bir yazarın dil ve anlatım özellikleri, sözleri taklit edilerek gerçekleşir.” Aslında her iki teknik de taklide dayansa da pastiş tekniğini yazar, “bu taklidi, parodinin altında yatan güdülerden hiçbiri olmaksızın, alaycı dürtüsü yok edilmiş” şekilde kullanır. Yani iki teknik arasında fark birisinde içeriğin, mizahi olabilecek bir şekilde; diğerinde ise üslubun, çoğunlukla ciddi bir şekilde taklit edilmesidir.

Benim Adım Kırmızı ve Mesnevilerle Kurulan Metinlerarası İlişkiler

Türk edebiyatında postmodernizm dendiğinde akla gelen birkaç yazardan biri olan Orhan Pamuk’un, Beyaz Kale ve sonrasında yazdığı hemen her romanda metinlerarası etkilerin izleri görülmektedir. Çalışmada bu romanlardan biri olan Benim Adım Kırmızı’daki mesnevi etkisi ele alınacaktır. Ancak bundan önce, mesnevilerden çalışmanın konusu bağlamında bahsetmek gerekmektedir. Batı’ya yönelişlerinin bir sonucu olarak Batılı türlere yönelen Tanzimat yazarlarıyla başlayan, daha sonra yeni kurulan modern Türk devletinin desteğiyle geniş kabul gören Divan edebiyatı eleştirisi, ders kitaplarında zaman zaman “Yüksek Zümre Edebiyatı” gibi ifadelerin kullanılmasına ve Divan edebiyatının insanımızdan uzaklaştırılmasına neden olmuştur. Bu nedenle Divan şiirinin zaman içinde takipçisi azalmış ve bu edebiyat neredeyse unutulmuştur. Böylece günümüzde, diğer birçok Divan şiiri nazım biçiminin başına geldiği gibi mesneviler de kültürümüzün bir parçası olmaktan gün geçtikçe uzaklaşmaktadırlar. Halbuki mesnevi, modernizm sonrası edebiyatın sağladığı özgürlük ortamının da katkısıyla söylenebilir ki Doğu medeniyetinin romanıdır. Hatta Doğu medeniyeti, Batı medeniyetinin yaptığının daha zorunu başarmış, romanı şiir şeklinde yazmıştır. Yani mesnevi, bir nevi şiir şeklinde romandır.

Daha önce Türk kültürü içinde yaşatılan, ilk örneği neredeyse bin yıl önce verilmiş olan mesnevinin “şiir şeklinde roman” ifadesi kullanılarak 19. yüzyılın ikinci yarısında tanışılan bir türle açıklanmasının sebebi, mesneviyi romandan daha aşağı bir tür olarak görüp onun romanın seviyesine çıkarılması talebini dillendirmekten çok –Orhan Pamuk’un da yaptığı gibi– ona en az roman kadar değer verilmesini sağlamaya çalışmaktır. Yoksa Doğu’ya ait bir değerin büyüklüğünün, Batı’daki benzeriyle karşılaştırılmasıyla ortaya çıkmayacağı açıktır.

Bazı araştırmacılar, mesneviyi daha aşağı gördükleri için değil, çağımızda roman daha bilinir olduğu için romanın teknikleri ve üslubuyla mesnevileri kıyaslayarak mesnevileri tanıtmak, bilinir kılmak istemişler; mesnevilere öncelikle araştırmacıların sonra da tüm edebiyatseverlerin hak ettiği ilgiyi göstermelerini sağlamaya çalışmışlardır. Esasında günümüzde anlatıbilim kapsamında yapılan tasniflerin ortaya koyduğu gibi, mesnevi ile roman “anlatı” terimiyle ortak bir paydada bir araya getirilen türlerdir. Yani aslında roman ve mesneviler arasında “anlatı” olmak anlamında bir yakınlık vardır. Bu yakınlık, bazı araştırmacıların “mesnevinin Doğu medeniyetinin romanı” olduğunu iddia etmelerini sağlamıştır. Örneğin Mehmet Kahraman, Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun Romanı adlı makalesinde insanımızın mesnevilere daha fazla değer vermesini, okumasını sağlayacağı düşüncesiyle onlara “roman” denmesi gerektiğini belirtir ve araştırmacılara bir nevi Leyla ile Mecnun’un reklamını yapar: “Roman sanatı günümüzde gittikçe dallanıp budaklanmakta, yeni yeni yöntemlere ve tekniklere başvurulmaktadır.

Postmodernlik adı altında yapılan çalışmalar, bir anlamda modern romana geçen çağlardan destekler bulmak, klasik çizgiler taşımak demektir. Bu eğilimle Leyla ile Mecnun birlikte düşünüldüğünde oldukça verimli bir sonuca ulaşılabilir. Leyla ile Mecnun modern romancıların ufkunu açacak nitelikler taşımaktadır. Ama öncelikle biz, edebi eserleri belirleme, adlandırma mevkiinde bulunan insanlar olarak onlara ‘roman’ deme cesaretini gösterelim.”

Çalışmanın konusu açısından incelendiğinde mesnevilerin bir diğer özelliği de, Dünya edebiyatında ancak postmodern dönemde makul görülmeye başlanan metinlerarası ilişkilerin; nazire, tahmis, terbi, iktibas vb uygulamaların da gösterdiği gibi genel anlamda Divan edebiyatında ve bir Divan edebiyatı nazım biçimi olan mesnevilerde de kabul görmesidir.
“Modern” Türk devletinin ilk yıllarında bütün bu uygulamalar “taklitçilik” olarak nitelendirilirken, günümüzde bu durum postmodern teori açısından bakıldığında gayet normal karşılanabilmektedir. Pınar Aka, Divan Edebiyatı ve Bütünlük isimli yazısında bu duruma şöyle işaret etmiştir: “Divan edebiyatına yöneltilen eleştirilerin çoğunda gözden kaçırılan nokta, söz konusu olanın, bir ‘taklit’ değil, bir örnek alma olduğudur. Bir metni örnek alarak başka bir metnin üretilmesi ise bizi, yakın sayılabilecek bir zamanda Mihail Bakhtin ve Julia Kristeva gibi kuramcılar tarafından gündeme getirilen ‘metinlerarasılık’ kavramına getirecektir.” Bu durumda metinlerarası anlayışın, postmodern teoriden çok önce Divan şiirinde uygulandığı söylenebilir.

Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı isimli romanında mesnevilerden değişik şekillerde faydalanmıştır. Firdevsî’nin Şehname ve Nizamî’nin Hüsrev ü Şirin isimli eserinde anlatılan bazı sahneler, bir nevi parodisi yapılarak Benim Adım Kırmızı’da da kullanılmıştır. Aşağıda, bu parodilerden iki tanesi örnek olarak alınmıştır:

“Benim atımın üzerinde, onun da pencerede duruşumuzun Hüsrev’in Şirin’in penceresinin altına geldiği o binlerce kere resmedilmiş meclise –aramızda ama biraz arkada kederli bir ağaç da vardı– ne kadar da çok benzediğini çok sonra, bana verdiği mektubu açtıktan, içindeki resmi gördükten sonra anladığımda sevdiğimiz bayıldığımız o kitaplarda resmedildiği gibi aşktan cayır cayır yanmaktaydım.” (Sayfa 45)

“Uslu çocuklar gibi hiç sesini çıkarmadan beni dinlemesi hoşuma gitti: ‘Efsaneyi Şehname’den bilirsin,” diye fısıldadım. “Babaları Feridun Şah yanlış bir iş yapar ve ülkesini üçe bölerken en kötü ülkeleri iki büyük oğluna, en iyisi İran’ı da küçük İreç’e bırakır, intikama kararlı Tur, kıskandığı küçük kardeşi İreç’i aldatır ve gırtlağını kesmeden önce saçlarını tıpkı benim şimdi yaptığım gibi tutar ve tıpkı benim şimdi yaptığım gibi bütün vücuduyla abanır kardeşinin üzerine. Gövdemin ağırlığını üzerinde hissediyor musun?’ ” (s. 411)

Başka bir mesnevideki olayların bu şekilde parodileştirilmesinin dışında, romanda diğer mesnevilerde anlatılanlardan da bahsedilmiştir. Bu mesnevilerden biri olan Şehname’den bir parça romanda şöyle kullanılmıştır:

“Dehhak’ın Şeytan tarafından kandırılıp babasını öldürüşü hatırlandı hemen. Şehname’nin başında anlatılan o efsanenin zamanında âlem daha yeni yaratıldığı için, her şey o kadar basitti ki hiçbir şeyi açıklamak gerekmezdi. Süt isterdin, keçiyi sağar içerdin; at derdin, üstüne biner giderdin; kötülük, derdin, Şeytan gelir seni babanı öldürmenin güzelliklerine ikna ederdi. Dehhak’ın, Arap soylusu babası Merdas’ı öldürmesi, hem böylesine nedensiz olduğu için güzeldi, hem de cinayet gece yarısı harika bir saray bahçesinde altından yıldızlar, servilerle renk renk bahar çiçeklerini belli belirsiz aydınlatırken işlendiği için. Efsane Rüstem’in, düşman ordularını komuta eden oğlu Suhrab ile üç gün boğuştuktan sonra, oğlu olduğunu bilmeden öldürmesini hatırladık sonra. Kılıç darbeleriyle göğsünü paramparça ettiği Suhrab’ın kendi öz oğlu olduğunu yıllar önce annesine verdiği kolluktan çıkaran Rüstem’in gözyaşları içinde dövünmesinde, hepimizin içine işleyen bir şey vardı.” (s. 441)

Romanda Hüsrev ü Şirin ve Şehname dışında; Leyla ile Mecnun, Mahzenü’l– Esrar ve Mevlana’nın Mesnevisi’nden de bazı kısımlar kullanılmıştır. Benim Adım Kırmızı romanıyla mesneviler arasındaki içerik benzerliklerinden başka, romanla mesneviler arasında biçimsel benzerlikler de, yani pastiş uygulamaları da vardır. Örneğin romanda, mesnevilerde olduğu gibi içeriği özetleyen bazı başlıklandırmalar vardır. Bu benzerlikler bazı mesnevilerle örneklendirilecek olursa:

AĞAÇTAN DÜŞEN YAPRAK GİBİ HİKÂYEMDEN DÜŞÜŞÜMÜN HİKÂYESİ (s. 59)
ÜSLUP VE İMZA (s. 76)
ÜÇ ÜSLUP VE İMZA MESELİ (s. 77)
NAKIŞ VE ZAMAN (s. 84)
ÜÇ NAKIŞ VE ZAMAN HİKAYESİ (s. 84)
KÖRLÜK VE HAFIZA (s. 91)
ÜÇ KÖRLÜK VE HAFIZA HİKAYESİ (s. 92)
ZEYTİN’İN SIFATLARI (s. 295)
KELEBEK’İN SIFATLARI (s. 297)
LEYLEK’İN SIFATLARI (s. 300)
NAKKAŞIN RUHUNUN YALNIZLIĞINI TESELLİ ÎÇÎN ANLATTIĞI KÖRLÜK VE
ÜSLUP ÜZERİNE İKİ HİKÂYE (s. 327)
RESİM, ÖLÜM VE ÂLEMDEKİ YERİMİZ KONUSUNDA KISA BİR AÇIKLAMA (s.354)
ŞEYTAN’IN KADIN’A ANLATTIRDIĞI AŞK HİKÂYESİ (s. 404)

Bu başlıklar, 59 bölümden oluşan romanın bölümlerini ifade etmek için değil bu bölümlerin içindeki alt başlıklar olarak kullanılmıştır. Örneğin “AĞAÇTAN DÜŞEN YAPRAK GİBİ HİKÂYEMDEN DÜŞÜŞÜMÜN HİKÂYESİ” (s.59) başlığı “Ben Bir Ağacım” isimli 10. bölümün hemen başında yer almaktadır. Roman türünde içeriğin bölümlenmesi için ya kısa ifadelerin ya da sayıların daha çok tercih edildiği düşünülecek olursa Orhan Pamuk’un bu tercihinin mesnevilerle kurduğu bir pastiş ilişkisinin sonucu olduğu söylenebilir.

Bu başlıklardaki “hikâyesi” sözcüğünden de anlaşılacağı üzere roman özellikle Mantıku’t–Tayr’la da yine bir başka pastiş ilişkisi içindedir. Çünkü her iki anlatıda da kahramanlar sık sık hikâye anlatmaktadırlar. Bu hikâyeler bazen adı açıkça anılarak başka mesnevilerden alınmadır bazen de sadece kahramanın anlattığı hikâye görünümündedir. Örneğin “Bana Kelebek Derler” adlı 12. bölümde (s. 76-83) “ÜÇ ÜSLUP VE İMZA MESELİ” başlığı altında Kelebek isimli kişi “Elif”, “Be” ve “Cim” harfleriyle başlatarak üç ayrı hikâye anlatır. Yine “Bana Leylek Derler” adlı 13. bölümde (s. 84-90) Leylek isimli kişi aynı şekilde üç hikâye anlatır. Zeytin de “Bana Zeytin Derler” adlı 14. bölümde (s. 91-97) aynı şekilde üç hikâye anlatır. Bunlara sırasıyla Katil’in (s. 181-182), Enişte’nin (s. 186-187), (s. 200-201), Üstat Osman’ın (s. 290-291), Katil’in (s. 224), Üstat Osman’ın (s. 355-356), yine Kelebek’in (s. 412), Leylek’in (s. 425) ve Katil’in (s. 437-438) anlattığı hikâyeler de eklenebilir.
Çalışmada daha önce mesneviyle ilgili “şiir şeklinde roman” ifadesi kullanılmıştı. Benim Adım Kırmızı romanıyla mesneviler arasındaki bütün bu içerik, üslup ve biçim benzerlikleri ışığında bu defa Benim Adım Kırmızı romanı için “roman şeklinde mesnevi” denebilir. Postmodern anlayışın türler arası geçişliliğe oldukça açık oluşunun bu tespitin yapılmasına kapı araladığı söylenebilir. Çünkü Benim Adım Kırmızı romanı, bir mesnevi gibi bazen masalsı bazen ciddi ve didaktik değil midir? Hatta Benim Adım Kırmızı da ortaya konan “metinlerarası ilişkiler” zaten en güzel örneklerini aynı konunun tekrar tekrar işlenmesi ya da Şeyh Galip’in “Sırrını mesneviden aldım, çaldımsa miri malı çaldım” dediğinde olduğu gibi mesnevilerde de görülmez mi? Pamuk, kurduğu bütün bu benzerliklerle, romanını, mesnevilerle mesneviler arasında devam eden metinlerarası silsilenin sonuna eklemiş gibidir. Aslında Orhan Pamuk’un diğer romanlarında da uygulanan bir üstkurmaca tekniğinin, “roman içinde bahsedilen kitabın romanın kendisi olması”nın, bu romanda uygulanması da bu tespitin yapılmasını sağlar. Şöyle ki: Romanın başlarında Enişte, Kara’ya Padişah için resimlettiği bir kitaptan bahseder:

“‘Tıpkı senin Tebriz’deki hattatlar ve nakkaşlarla yaptığın gibi ben de bir kitap hazırlatıyorum.’ dedim. ‘Benim siparişçim Âlemin Temeli Padişahımız Hazretleri’dir. Kitap gizli olduğundan Padişahımız benim için Hazinedarbaşı’ndan gizli bir para çıkarttı. Padişahımız nakkaşhanesinin en usta nakkaşlarıyla tek tek anlaştım. Onların biri bir köpeği, kimine bir ağacı, kimine kenar süsleriyle ufuktaki bulutları, kimine atları resimletiyordum. (…) Para’yı resmettirdiysem küçümsemek içindir, Şeytan’ı ve Ölüm’ü korkuyoruz diye koydum’ ” (s. 34)

Roman okunmaya devam edildikçe Enişte’nin bahsettiği kitapta var olduğu söylenen “köpek, ağaç, at, para, şeytan ve ölüm”ün, aynı zamanda okurun okumakta olduğu romanda, yani Benim Adım Kırmızı’da da, var olduğu görülür. Oluşturulan bu paradoksla, okurda “Enişte’nin resimlettirdiği hikâye aslında okumakta olduğumuz romandır.” yanılsaması yaratılmak istenmektedir. Ancak bu durumda şu soru ortaya çıkar: Enişte bir romanı mı resimletmektedir? Tabii ki hayır. Romanda birçok örneği verildiği gibi Enişte’nin resimlettirdiği kitap, Hüsrev ü Şirin, Leyla ile Mecnun ya da Şehname gibi bir mesnevi olmalıdır. Sonuç olarak Pamuk, Enişte’nin mesnevisini roman biçiminde yazmış olmaktadır. Yıldız Ecevit, bu konuyla ilgili şunları söyler:

“Enişte, roman kişisi Kara’ya, resimlere öykü bulma görevi verir. Romanın, Enişte’nin minyatürlerindeki figürlerle örtüşen roman kişileri –atlar/ köpekler/ ağaçlar– ve metnin minyatür bir tabloyu andıran yapısı, bu görevi yazar Orhan Pamuk’un üstlendiğini ve ‘Benim Adım Minyatür’ anlamını çağrıştıran ‘Benim Adım Kırmızı’ başlıklı bir roman yazdığı düşüncesini akla getiriyor. Bu açıdan bakıldığında roman, Enişte’nin gizli minyatürlerinin öykülendirilmiş biçimidir, resmin yazıya dönüştürülmesiyle oluşmuştur.”

Bu durumu ima eden ikinci bir nokta da romanın sonlarına doğru, Şeküre’nin (Orhan Pamuk’un annesinin ismidir.), bir sebeb-i telif hikayesi gibi, romanda anlatılan her şeyin oğlu Orhan (Orhan Pamuk) tarafından anlatıldığını söylemesidir:
“Resmedilemeyecek bu hikâyeyi, belki yazar diye, bu yüzden anlattım oğlum Orhan’a. Hasan’ın ve Kara’nın bana yolladığı mektupları, zavallı Zarif Efendi’nin üzerinden çıkan mürekkebi dağılmış at resimlerini çekinmeden verdim. Her zaman asabi, huysuz ve mutsuzdur ve sevmediklerine haksızlık etmekten hiç korkmaz. Bu yüzden Kara’yı olduğundan şaşkın, hayatlarımızı olduğundan zor, Şevket’i kötü ve beni olduğumdan güzel ve edepsiz anlatmışsa sakın inanmayın Orhan’a. Çünkü hikâyesi güzel olsun da inanalımdiye kıvırmayacağı yalan yoktur.” (s. 470)

Romandaki Orhan, bütün bu hikâyeyi roman şeklinde anlatamayacağına göre bir mesnevi yazmış olmalıdır. Benim Adım Kırmızı o mesnevinin günümüzdeki halidir. Yani Orhan Pamuk o mesneviyi günümüz anlayışıyla bir roman olarak kaleme almıştır.

SONUÇ OLARAK:

Metinlerarası ilişkilere yer vermek, postmodern romanın en belirgin özelliklerinden biridir. Esasında bu anlayış Divan şiirinde de uygulanmış ve eğer şair bir başka eserden faydalanmış ya da bir başka eseri yeniden yazmışsa bunu açıklamakta bir beis görmemiştir. Bu açıdan, postmodern kuramla Divan şiirinin “özgünlük” konusuna bakışı birbirine oldukça benzerdir. Bu nedenle mesneviler tekrar tekrar yazılmış, bir mesnevideki kıssa başka bir mesnevinin içinde yer alabilmiştir. Birbirinden tamamen farklı olduğu düşünülebilecek iki edebiyat anlayışının kesiştiği bu noktada, Orhan Pamuk, Borges ve Calvino’dan etkilenerek hem bir postmodern hem de bir Divan şiiri meraklısı gibi, romanını birçok mesneviyle dokumuş; mesnevileri bir edebi gereç olarak kullanmaktan ziyade, romanıyla onlara bir saygı duruşunda bulunmuştur. Bu saygı duruşunun, aslında, postmodern teorinin metinlerarası ilişkileri afişe etmeyi normal kabul etmesinin bir sonucu olduğu söylenebilir. Çünkü bu anlayış olmadan ya da bu anlayışı kabul etmeden bir romancının kendinden önceki eserlerden öykündüğünü bu şekilde belli ederek bir roman yazması düşünülemez. En azından modern romanlardaki özgünlük ve yenilik takıntısının buna izin vermeyeceği söylenebilir. Oysa Orhan Pamuk, romanında, postmodern teorinin tanıdığı geniş özgürlük alanını oldukça başarılı kullanmış ve romanında, daha önce Kara Kitap’ta da yaptığı gibi, modern dönemde geri plana atılan mesnevilerden bahsetmiş, hatta onlardan faydalanmıştır. Bu faydalanmanın birçok mesneviden içerik anlamında etkiler taşımasıyla parodi, esnevilerin biçimsel özelliklerinin taklidi yoluyla da pastiş özelliği gösterdiği söylenebilir.

Bu makale, Tahsin Yaprak tarafından Doç. Dr. Özcan Bayrak danışmanlığında hazırlanan Postmodernizmin Orhan Pamuk’un Romanlarındaki Yansımaları, (Adıyaman Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2012) başlıklı tezden faydalanılarak üretilmiştir. HİKMET – Akademik Edebiyat Dergisi (Journal of Academic Literature) Gelenek ve Postmodernizm Özel Sayısı Yıl: 3  Sayı: 7