Elvedaya Yasaklı: Yoko Tawada “Tokyo’nun Son Çocukları”

“Tokyo’nun Son Çocukları” hakkında söylenecek, üzerinde düşünülecek noktaların saymakla bitmeyeceği düşüncesindeyim.


[3d-flip-book mode=”fullscreen” urlparam=”fb3d-page” id=”2182″ title=”false”]

Yoko Tawada’nın Japonya’da 2014 yılında yayınlanan “Tokyo’nun Son Çocukları” adlı eserinin Türkçe çevirisi (Siren Y.) Şubat ayında okurlarla buluştu. Türk okurlarının ilk olarak “Bir Kutup Ayısının Anıları” (2018, Siren Y.) adlı eseriyle Türkçe okurlarına tanıtılan Tawada’nın bu yeni eseri çıktığı andan itibaren büyük ilgi gördü ve görmeye de devam ediyor.

Yoko Tawada

Yoko Tawada 1960 yılında Tokyo’da doğdu. Babası Batı dillerinde yayınlanmış kitaplar satan bir kitapevi işletiyor, öte yandan da çevirmenlik yaparak geçimini sağlıyordu. 1982 yılında Japonya’nın prestijli üniversitelerinden Waseda Üniversite’sinde Rus Edebiyatı alanında lisans öğrenimini tamamlayan Tawada hemen sonrasında Almanya’ya geçerek Hamburg Üniversitesi’nde yüksek lisans, Zürich Üniversitesi’nde ise doktorasını tamamladı. 2006 yılından beri de Berlin’de yaşıyor.

1987 yılında Japonca ve Almanca çift dilli yayınlanan Nur da wo du bist da ist nichts (Olduğun Yerde Hiçbir Şey Yok) şiir seçkisi ile yayın dünyasına adım atan Tawada, sonrasında ödüle doymayan, başarılı bir edebiyat yaşamı sergiledi. Bu ödüllerden bazıları, Yeni Yazarlar dalında Gunzo (1991), Akutagawa (1993), Tanizaki (2003), Noma (2011), Yomiuri (2012), Goethe Enstitüsü Madalyası(2005), Kleist Ödülü (2016) gibi dünyaca bilinen, prestijli ödüllerdir.

Eserlerini Japonca ve Almanca çift dilli olarak ya da bir dilden diğerine kendisi çevirerek yayınlayan Tawada bu noktada nadir karşılaşılan bir özelliğe sahip. Eserleri onlarca dile çevrilen Tawada’nın büyük başarı gösteren eseri “Tokyo’nun Son Çocukları” diğer çalışmalarına oranla biraz daha ön plana çıkıyor. Eserin öyküsü, 100 yaşını aşmış bir büyük-dede Yoşiro ve onun baktığı doğuştan genetik bozuklukları olan torununun çocuğu Mumei odağında cereyan ediyor. Büyük-dede Yoşiro, yaşıtı olan ölmek istese bile ölemeyen birçok diğer yaşlı gibi, Mumei’in yaşam kalitesini belirli bir düzeyde tutmak gayretiyle, ölerek veda etme düşüncesine ket vurarak, yaşama gayretle sarılıyor. Bu yazımda, eseri özgün kılan bazı noktalara değineyim.

“Tokyo’nun Son Çocukları”nın özgünlüğü, kurgulanan distopyanın nostalji ile çarpıştırması noktasında başlıyor. Dış dünyaya kapılarını neredeyse tamamen kapatmış bir Japonya var eserde. Aslında bu kurgu Japonya’nın yabancısı olduğu bir uygulama değil. 16. Yüzyıl ortalarında Japonya’ya gelen Portekizli Cizvit misyonerlerin başlattıkları Hıristiyanlaştırma faaliyetleri ağır bir sorun haline gelerek, Hıristiyanlığın yayılmasına engel olmaya yönelik uygulamalar da fayda sağlayamayınca, Hollandalılarla Nagasaki’de yürütülen cılız ilişki dışında, 1639 yılında kapılarını dış dünyaya neredeyse kapalı hale getiren Japonya, 1853 yılına kadar da bu uygulamasını sürdürür. Bu döneme barış dünyası/rüyası gibi tanımlamalar getirildiği gibi, Japon toplumunda genel bir nostalji odağı olduğunu söylemek pek yanlış olmaz. Tawada’nın da eserinde yer yer değindiği gibi, günümüz Tokyo’sunda şehrin önceki Edo adının çok farklı kültürel unsurda karşımıza çıkması bu nostaljinin bir yansıması olarak görülebilir.

Tawada bu nostaljideki Japonya koşullarını ana hatlarıyla referans alarak kurguladığı distopyada günümüz dünyasında güncelliğini koruyan birçok unsuru ters yüz ediyor. Bunların tamamına bu yazı sınırları içinde değinebilmemiz mümkün değil. Günümüzde Japonya için dış dünyayla ilişkilerde en önemli sorunlardan birinin yabancı işçi, kaçak yabancılar ve göçmen sorunu olduğu söylenebilir. Bu sorun özellikle Tokyo’da çok ciddi boyutlara ulaşmış durumda. Tawada işte burada eserindeki kritik sorulardan birini soruyor: Ya durum tam tersine olursa? Ya ekonomik anlamda Tokyo’nun çöktüğü bir dünyada Tokyolular dışarıya göç etmek durumunda kalırsa? Burada Tawada, Tokyo’dan Okinawa’ya bir göç dalgası kurgulayarak, göçmen kabulünde uygulanan kuralları irdeliyor. Kendimize karşı uygulanmasını hiç istemeyeceğimiz bu distopya kurallarını irdelerken günümüzde göçmenlere, yabancı işçilere karşı yürürlükteki uygulamaları da mizahi bir dille eleştiriyor aslında. Tawada’nın uzun yıllardır Almanya’da yaşadığını göz önüne alırsak, bu eleştirinin yalnızca Japonya’ya yöneltilmediğini de rahatlıkla kestirebiliriz.

Tawada’nın irdelediği bir diğer sorun ise toplum genelinde yaşanan apolitikleşmenin nelere yol açabileceği. Belirli bir kesimin diktası altına girmiş bir demokraside önemli kararlar yine halk oylamalarıyla alınıyor bu distopik Japonya’da, ancak, sıradan halkın iradesinin bu kararlara yansıması son derece düşük kalıyor. Distopik irade, halktan gelen böyle şanlı bir ülke bir günde kurulmuş olamaz, tepkisini dikkate alıyor, halk oylamasıyla Japonya’nın kuruluş günü kaldırılıyor. Günümüzde önemli sayılan kutlama günlerinin birçoğu bu lağvedilme ve değiştirme furyasından nasibini alıyor. “Emeğe Saygı Günü” üzerinde düşünülüyor, genetik deformasyon neticesinde fiziksel açıdan çalışmaz durumdaki çocuk ve genç nesile karşı empati kurma amaçlı olarak “Yaşayalım Yeter Günü” olarak adı değiştiriliyor. Bu noktada biraz durmakta fayda var. Esere ilişkin yapılmış bazı tanıtımlarda değinilen “Yaşayalım Yeter Günü” Tawada’nın kendine özgü mizah tekniğinin önemli bir unsuru. Eserdeki anlatı akışı içerisinde baktığımızda, bu yeni tanımlamanın ardında “hayattayız ya, neyimize yetmiyor?” kabullenişine yönelik bir eleştirinin yer aldığına değinmekte fayda var.

Distopik yasa koyucuların rutin çalışma akışı içerisinde gelişigüzel konulan yasa ve yasakların, bunların kapsamında belirlenen cezaların, normalde hiç uygulanmazken, bir gün gelip durup dururken belirli bir kişi ya da kesime uygulanma olasılığına da işaret ediyor Tawada. Özellikle dilde yabancı sözcük kullanımı yasağı, eserin akışı içerisinde önemli bir yer tutuyor. Bu da yine, günümüzde oldukça fazla yabancı dil kökenli sözcüğün kullanımda olduğu Japonca’nın saf bir Japonca haline getirilmesi durumunda ne kazanıp ne kaybedeceğine yöneltilmiş bir soru.

Aslında bu, Tawada’nın diğer tüm eserlerinde de karşımıza çıkan ortak ve özgün bir unsur. Sözcükleri yaşayan canlılar olarak ele alan Tawada, ortam değişiklikleriyle hangi anlam kırılmalarına veya yitimine uğradıkları sorunuyla da yoğun olarak uğraşıyor. Moda veya demode olan sözcüklerin nasıl var oldukları ve niye yok oldukları sorusuna da yanıt arıyor. Sözcüklerin çok anlamlılığı, durulan yer bakış açısına göre ortaya çıkan anlam farklılaşmalarını, Tawada ustalıkla bir mizah aracı haline getiriyor. Yalın, eş, zıt anlamların Tawada’nın en sevdiği oyuncakları dersek yerinde olur.

Tawada’nın Japon edebiyatındaki yerine de değinmekte fayda var. Türkçe okurlarının tanıdığı yazarlarla sınırlı tuttuğumuzda aklımıza ilk gelen Haruki Murakami olacaktır büyük olasılıkla. Fakat devlet ve yasalar, bürokratik işleyişteki sorunlar gibi noktalara neredeyse hiç değinmeyen Haruki Murakami ile bu unsurları ana konu olarak işleyen Tawada arasında son derece keskin bir farklılık olduğunu belirtmek gerek. Bir diğer nokta ise, Haruki bir noktadan sonra eserlerini yabancı dillere çevirisinin yapılacağı bilinciyle ve nasıl anlatıldığına odaklanarak yazarken, Tawada yabancı dilde (Almanca) nasıl yazacağını da düşünerek (Japonca), bunun üzerine ne anlatıldığı çözümlemesi ekleyerek yazıyor. Bu da, dil ve düşünce ilişkisi bağlamında Tawada’yı bir adım öne taşıyor.

Diğer yazarlara baktığımızda, Japonya’ya özgü değerlerin yitip gitmesine, toplumun yozlaşmasına, apolitikleşmesine tepkiyle yazan Yukio Mişima; “yeraltı edebiyatı yazarı” tanımlamasıyla Türkiye’de yanlış tanıtım kurbanı olan, aslında Japonya’nın Amerika karşısındaki edilgen tutumuna tepkiyle yazan Ryu Murakami; öteki/ötekileştirme, engelli bireylerin toplumda yaşam hakkı gibi sorunlara ustalıkla değinen 1994 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Kenzaburo Oe; kadına odaklanan özgün anlatılarıyla beğeni toplayan Banana Yoşimoto ile yakın bir çizgide olduğunu söyleyebiliriz. Dünya edebiyatı çerçevesinde baktığımızda ise, Tawada’nın eserlerinde Kafka etkisinin oldukça güçlü hissedildiğini söylemek de yarar var.

Bu yazarlardan Kenzaburo Oe için farklı bir noktaya daha değinmek gerek. Oe’nin “Kişisel Bir Sorun” adlı eserinde beyin fıtığı özürüyle bir bebeğin doğumu etrafında şekillendirilen bir öykü vardır. “Tokyo’nun Son Çocukları”ndaki Mumei ise genetik bozukluklarla doğmuş, hayata tutunmaya çalışan bir çocuk. Bu açıdan bakarak, iki eser arasında metinler-arası bir ilişkinin varlığı olasılığını göz önünde bulundurmak gerek.

“Tokyo’nun Son Çocukları” hakkında söylenecek, üzerinde düşünülecek noktaların saymakla bitmeyeceği düşüncesindeyim. Tawada’nın Türkçe’deki ikinci, Japoncadan doğrudan çevirisi yapılan bu ilk eserinin hak ettiği ilgiyi bulması dileğimle satırlarımı noktalıyorum.

“…Önce halkın fikri soruluyordu. “Deniz Günü” zaten vardı, deniz kirliliği hakkında düşünmek için vesile oluyordu, peki eskiden beri fabrika atıklarıyla kirlettiğimiz akarsuları anmak için, “Akarsu Günü” de olsa fena mı olurdu? Ya da halihazırdaki “Yeşil Günü”ne karşı “Kırmızı Günü” de olmasın mıydı yani? “Kültür Günü” soyut kaçtığından yetersiz kalıyor diye “Kitap Günü,” “Şarkı Günü,” “Çalgı Günü,” “Resim Günü,” “Mimari Günü” gibi günlerin kutlanması için oylama yapılmıştı. “Yaşlılara Saygı Günü,” “Çocuk Günü” gibi tatil günlerinin adı değişmiş, bunlardan ilki, “Ha Gayret Yaşlılar Günü,” diğeriyse, “Çocuklardan Özür Dileme Günü” olmuştu. “Spor Günü” vücutlarını istedikleri gibi kullanamayan, gerektiği gibi büyüyemeyen çocuklar üzülmesin diye “Vücut Sağlığı Günü” olmuş, “Emeğe Saygı Günü” çalışmak istese bile çalışamayan gençler kırılmasın diye, “Yaşayalım Yeter Günü” olmuştu… Halkın istediği yalnızca tatil günlerini çoğaltmak değildi. “Japonya Kuruluş Günü” kaldırılsın diyenlerin tepkisi çığ gibi kabarmış, bu gün bu çığa kapılarak yitip gitmişti. Başlıca gerekçe böylesine mükemmel bir ülkenin bir günde kurulmuş olamayacağıydı…” (eserden)