Evden çıkıp patika yoldan yürümeye başladığımda çevrede birkaç insandan duydum bu cümleyi. Şehre bir yabancı geldi. Gördünüz mü? Aklıma “tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir..” sözü geldi. Tolstoy’a ait olduğu söylenen bir söz. Bilmiyorum tabii doğruluk payını. Aylar önce bir yolculuğa çıkmıştım ben de. Ve bu şehre bir yabancı olarak gelmiştim. Muhteşem bir hikaye yaşadığım yoktu. Bazı cümleler güzeldir ama bir o kadar da içi boştur.
Bozcaada. Küçük bir ada burası. Kış mevsiminde buraya gelirseniz, sizin sözünüz geçer epey insanların arasında. Feribottan inen her yabancı araba, her yabancı insan dikkat çeker. Valizimle feribottan inerken üzerimde hissettiğim bakışlardan biliyorum. Tatile gelmiş gibi gözüküyordum kesin. Bir valiz. Bir insan. Bu kadar. Kim bu kadın dedirtecek kadar yerleşmemiştim henüz. Sonra bir otel değil de bir ev aradığımı söylediğimde, şimdi yürüdüğüm sokakta birkaç ses yükseldi az önceki gibi. “Şehre bir yabancı geldi.” Hoşuma gidiyor bu söz. Öznesi olmak ayrı bir tattı tabii.
Sokaktan aşağı doğru yürürken şehre gelen yabancının da tıpkı benim gibi buraya kısmen yerleşebileceğini düşündüm. Yeni bir başlangıç. İnsanın içini kıpır kıpır ediyor. Ben yeni başlayan herkesi kıskanırım biraz. Mesela çok sevdiğim bir kitaba ya da filme başlayan biri. İlk kez bunları keşfedecek insanları da çok kıskanırım.
Sokağın her köşesinde hantal hantal uzanan köpekler var. Neredeyse hepsini tanıyorum. Havalar iyice soğudu. Şubat ayındayız. Çanakkale’nin ayazı bir başkadır. Rüzgar bazen çatıları uçuracak sanıyorum. Alışıyorum ama yavaş yavaş bu rüzgara.
Fırına doğru yürüyorum. Fırından taze kavala kurabiyesi alacağım. Termosuma da sıcak filtre kahvemi koydum. Bugünkü planım denizin karşısında öylece oturmak. Rüzgar biraz daha durgun bugün. Eğer sert esiyor olsaydı mümkün değil oturulmazdı gideceğim yerde. Artık tanınıyorum burada. Bu şehrin yabancısı değilim. Bu biraz üzüyor beni. Keşke her gün yeniden başlayabilsek hayata. Her gün herkesle ilk kez karşılaşabilsek. Bu arzum yüzünden belki hayatım hep yeni bir yer keşfetmekle geçer bilmiyorum. Fırındaki kadın beni kocaman gülümsemesi ile karşılıyor. Kese kağıdına sıcak kurabiyelerden koyuyor. Bana hep tertemiz bir gülümseme hediye ediyor. Aramızda değişik bir bağ oluştu. Sanırım burada en çok Nergis hanımı seviyorum. Buraya yeni geldiğim zamanlar, içeri ilk girdiğimde peşimden bir kelebek girmişti benimle. Kadın yine o eşsiz gülüşüyle beni selamlamış, “siz çok iyi bir insansınız” demişti kelebeği göstererek. Onun dünyasında bunun bir anlamı var galiba. İyi bir insan olmak istemem. Ama eğer onun dünyasında iyi bir insan olmak özel bir şeyse bunun benim için de bir anlamı olabilir. Her neyse. Nergis hanımdan kurabiyeyi alıp sahile doğru yürümeye başlıyorum. Buranın yerlisi çok sıcak kanlıdır. Sürekli bir ziyaret olduğu ve insanlar geçimini bununla sağladığı için misafirperverliklerini anlayabiliyorum. Benim mesafeli tavırlarıma rağmen beni de hoş karşılıyorlar. Bu içten içe kendimce güvende hissettiriyor beni. Kimseyi kapımdan buyur edecek kadar hayatıma dahil etmiyorum. Ama kapımı çalsalar açmayacak kadar da dışarıda bırakmıyorum. Güzel bir denge kurduk insanlarla.
Meydandaki koca ağacın altındaki çay bahçesinde tek tük insan var. Balık restoranlarının çoğu kapalı. Zeytinyağlı ev yemekleri yapan bir restoran açık sadece. Dondurmacılar da kapalı. Rüzgar bazen sert esiyor ama anlık, ürkütücü değil. Feribot seferleri seyrekleşiyor bu mevsimde. Bu durumu çok seviyorum. Davetsiz misafirin gelme olasılığı daha az. Ada ya burası. Sanki başka bir gezegendeymişim gibi çocukça bir duyguya kapılıyorum bazen. Önünden geçtiğim evlerin verandalarında deniz kabuğu süsleri var. Benim balkonumda da var bu süslerden. Rüzgar her estiğinde birbirine vuruyorlar, uğultulu bir gürültü duyuluyor. Adanın her sokağında aynı anda çınlayan bir ses. Çivit mavisi evlerin verandaları koro halinde bir şarkı tutturuyor sanki rüzgarla bir olup.
Nihayet denizin tam karşısındaki boş banka oturabildim. Deniz hırçın. Ama diğer günleri düşününce çok sakin geliyor bana. Dalga çok olduğu için rengi masmavi. Bazen kayalara çarpıp yükseliyor ama beni riske atacak kadar değil. Kıyıya çarpan su köpükleşiyor. Burayı çok seviyorum. Etrafımda bir tane bile insan yok. O kadar sığ bir sessizlik var ki, kulaklarım sağır olacak sanki biraz daha beklersem. Bu hissi seviyorum. Dünyada bulunduğum bu yerde benden başka kimse yok. Bu çok özel ve ayrıcalıklı bir his. Onanmaz yalnızlığımı iliklerime kadar hissetmek bana kendimi çok kalabalık hissettiriyor.
İçimden istemsizce bir cümle geçiyor sürekli. “Şehre bir yabancı geldi.” Bu beni neden bu kadar düşündürüyor bilmiyorum. Gelen kişinin cinsiyetini bilmiyorum. Yaşını bilmiyorum. Sanki şehre ben gelmişim gibi hissettiriyor bu cümle sanırım. Sanki biraz sonra benim şehre ilk geldiğim günü seyretmeye başlayacağım. Gülümsüyorum. Ne güzel olurdu diyorum.
Telefonum yok yanımda. Nadiren kullanırım telefonumu. Kitap da almadım yanıma. Issız bir adaya düşmüşüm gibi davranıyorum. Sakince kurabiyemi yiyorum. Kahvemi yudumluyorum. Denizi seyrediyorum ve yaşam sadece bundan ibaretmiş gibi davranıyorum. İyice üşüdüğümü hissedince kalkıyorum banktan. Sakince yolu geri döneceğim. Ama etrafımı da seyretmeyi ihmal etmiyorum. Çay bahçesinin önünden geçerken bir sandalyede oturan adam dikkatimi çekiyor. Yabancı. Daha önce burada gördüğüm kimseye benzemeyen bir adam. 30’lu yaşlarının başlarında. Uzun boylu gibi gözüküyor. Saçları kumral. Sıradan bir yüzü var. Üzerinde de sıradan giysiler. Kafasını kaldırıp o da bana bakıyor. Bir an duruyorum. Dünya yavaşlıyormuş gibi hissediyorum. O da sanki benim gibi hissediyor. Kafasıyla bana selam veriyor. Ben de karşılık veriyorum. Yavaş adımlarla yürüyüp geçiyorum önünden. İçimde durgun bir kıpırtı var. Adam daha önce gördüğüm kimseye benzemiyor. Daha önce tanıştığım kimse gibi bakmıyor. Sanki konuşsam, daha önce konuştuğum kimse gibi de konuşmayacak. Garipsiyorum. Ama yabancı olarak geldiğim bu şehirde yaşamaya alışık değilim bu duyguları. Şehre gelen yabancıyı önemsememeye çalışıyorum.
Küçük bir evim var. Kapısı sokağa açılıyor evimin. Bir de küçük bir balkonum var. Günümün çoğu burada geçiyor. Bazen evin çatısına çıkıyorum geceleri. Bir şeyler içip gökyüzünü izliyorum. Buradaki yaşamım bundan ibaret. Geçimimi yazarak sağlıyorum. Onun dışında da yaptığım hiçbir şey yok. Bir hikaye peşinde değilim. Durgun ve sorgusuz bir yaşam. Arzuladığım şey buydu yola çıkarken.
Birkaç gün çok rüzgarlı geçiyor adada hava. Balkona bile çıkasım gelmiyor. Evde yiyecek bir şey kalmadığı için mecburen çıkıyorum evden. Yolların engebesini çok seviyorum buradaki. Kentin sokakları gibi dümdüz asvaltlar yok burada. Nergis Hanımın pastanesine yürürken yine aynı cümleleri duyuyorum insanlardan. Anlaşılan yeni gelen kişiyi tam olarak tanıyana kadar bahsini kapamaya niyetleri yok insanların. Bugün feribot gelecek. Karşı tarafa alışverişe gidenler de olur, toptancılar da gelir. Bir telaş var o yüzden. Tam Nergis hanımın pastanesine girecekken karşıdan yürüyen yabancıyı görüyorum yine. Değişik bir enerjisi var. Beni görünce duraksıyor o da. Neden bu adamla karşılaştığımda dünya yavaşlıyor gibi hissediyorum? İçimdeki ses fısıldıyor bana. Belki bu sefer şehre gelen bu yabancı, muhteşem bir hikaye çıkarır ortaya. İçimizdeki sesler hep çok arsız olurlar. Cesur ve talepkardırlar. Onu susturmaya çalışmayı bırakalı epey oluyor. Ben, an bana ne verirse onu dolu dizgin yaşamaya planlı bir insanım. Korkmuyorum iç sesimden. Birbirimize yine başımızla selam veriyoruz yabancıyla. Bugün ılık bir rüzgar var. Denizin kokusu burnuma sızıyor. Pastaneye girip yiyecek bir şeyler alırken, ensemde tanıdık bir göz hissediyorum. Halbuki tanıdık değil hiç. Nergis hanım arkamdaki adama tıpkı bana ettiği gibi temiz bir gülümseme hediye ediyor. Adam yanıma gelip isteklerini Nergis hanıma söylerken, ses tonu diyorum içimden. Daha önce duyduğum hiçbir sese benzemiyor. Ben kendi siparişlerimi alıp pastaneden çıkarken, arkamdaki sesler yavaşça uzaklaşıyor benden. Durgun hislerimde bir hareketlenme var. Dudaklarımı büküyorum. Önemli değil. Savuruyorum tüm düşüncelerimi. Meydandaki kitapçıya yürüyorum. Kocaman bir kitapçı burası. İçeri girmek ve dolaşmak bu şehirde yapmaktan en keyif aldığım şey. Kasada duran sarı saçlı kadın dalgınca bana bakıp kafasını önündeki bilgisayara indiriyor. İstersem saatlerce boş boş dolaşırım burada. İçeride kimsecikler yok. Bazen burada bana özel dizayn edilmiş bir yaşam varmış gibi davranıyorum. Kentin kalabalığında yutulmuş bir insanken, bu sakin hayata geçmek beni afallatmıştı ilk başlarda. Kalabalık kentin içinde kendi yaşamımızın öznesi olmak zor. Tüm roller birbirine karışıyor orada. Ama burada herkes kendi yaşamının öznesi. Her şey daha berrak. Her şey daha net. Alışmak da kolay oldu buraya. Yaşam ne diye sorsalar aklıma ilk alışmak kelimesi gelir hep.
Kitapların hiçbiriyle ilgilenmiyorum aslında. Evimde henüz hiç başlamadığım bir sürü kitabım var. Tabii kitap almak okumaktan ayrı bir eylem ama bugün kitap almak gibi bir arzum da yok. Neden burada olduğumu bilmiyorum. Kapıdan yabancı girdiğinde sanki onunla sözleşmişim buraya gelirken gibi hissediyorum. Biz iki yabancıyız sanki bu şehirde. Yabancı yabancının gözünden tanır mı? Bilmem. Belki bunun kendi içinde bir kimyası vardır. Umursamıyorum. Yabancı yanı başımdaki kitaplara göz atmak için bana yanaştığında da umursamıyorum. Bir an birbirimize bakıp gülümsüyoruz. Daha önce gördüğüm hiçbir gülümsemeye benzemiyor bu gülüş. Merhabalaşıyoruz. Çok nazik. Sesi kalın değil, diksiyonu düzgün. Bana sizde mi buralarda yenisiniz diye soruyor. Anlaşıldığını tahmin etmiştim. Onu onaylıyorum. Önce biraz kitapçının büyüklüğü, adanın ıssızlığı ve sakinliği hakkında konuşuyoruz. İnsanların sıcak kanlılığı, misafirperverliği ilgisini çekmiş. İsmini söylüyor bana yabancı. Artık yabancı olmaması gerekiyor. Bir insanın ismini bildiğimizde o insanı tanıyormuş gibi davranırız. Bilmem ki, böyle öğretildi diye böyle herhalde. Halbuki hala yabancı karşımdaki adam. Daha önce kimsenin olmadığı kadar yabancı hatta. Onun benim hayatımdaki en önemli yeri yabancı oluşu. Kafamın içinde şehre gelen bu insanla bir hikaye kurguladım. Bizim mekanizmamız böyledir. Henüz dış dünyada karşılık bulmamış her his, önce iç dünyamızda başlar. İnsanlara roller biçeriz iç dünyamızda. Kendi istediğimiz yerlere oturturuz onları. Sıfatlar veririz. Birkaç saniye içinde içimizdeki dünyada istediğimiz herhangi biriyle yıllar süren bir yaşamı bile kurgulayabiliriz. İçimde bir yabancı inşaası oluşurken buna engel olamıyorum tabii. İç dünyamda şehre bir yabancı geliyor ve muhteşem bir hikaye başlatıyor. Birlikte birkaç gün önce oturup kavala kurabiyesi yediğim bankta oturup susuyoruz. Gece çatıda birlikte gök yüzünü izliyoruz. Dizlerine yatıyorum yabancının, bana kitap okuyor. Nergis hanımın gülümsemesini birlikte kabul ediyoruz her gün. Gün batımına gidiyoruz birlikte. Dünyanın bitiş noktası gibi hissettiren uçurumun kenarında günün batışına şahit oluyoruz. Aslında hep tek başıma yaptığım şeyler. İç dünyamda yeniden canlanırken bir konuğum var sadece. Bir yabancı. Sonra ben dış dünyaya dönüyorum. Yabancı kısaca kendi öyküsünü anlatıyor bana. Yurt dışında yaşıyormuş aslında. Kendisinden 2 yaş küçük kız kardeşini Bozcaada’ya yerleştirmek için birkaç günlüğüne Türkiye’ye gelmiş. Beni gördüğünde kız kardeşinin yaşlarında oluşum ilgisini çekmiş. Belki tanışırsınız diyor yabancı bana. Bugün akşam feribotu İle döneceğini de ekliyor. Londra’da yaşıyormuş. Eşi ve çocuğunu alıp yazın adaya ziyarete gelmek istediğini, burayı çok sevdiğini iletiyor. Gülümsüyorum. Onunla kısa ve hoş sohbetimi sonlandırıp kitapçıdan dışarı çıkıyorum. Meydanı geçip evimin sokağına girene kadar durgunum ama sokağa girince istemsizce gülmeye başlıyorum. Sonra gülüşüm büyüyor. Büyüdükçe büyüyor. Kendimle dalga geçiyorum içimden. Ne garip bir yapıya sahibiz biz insanlar diyorum sesli bir şekilde. Şehre gelen yabancı he. Tekrar gülüyorum. Sokakta ellerinde market torbasıyla yürüyen kadın tuhaf bakıyor yüzüme. Güldüğümü fark ediyorum. “Sizce de öyle değil mi?” diye soruyorum kadına. Kadın anlamıyor. “Sizce de diyorum, kulağa hoş gelen bazı cümleler fazla anlamsız değil mi?” Kadın beni anlamıyor. Önemli değil. Sokağı yürürken içimden, beni hayatım boyunca kıskıvrak yakalayan bir cümle geçiriyorum. Olması için de, olmaması için de hiçbir sebep yoktu. Bu benim hayatımın özeti. Her köşeyi döndüğümde bu cümleyle karşılaşıyorum.