Taş Köprü Hikayesi

Bağlarında bahçelerinde yetişenlerle geçinen, taştan “Köprija”sının adımlardan çok tenhalıktan rüzgârla aşındığı bu köyde çok zengin bir bey yaşardı. Bağların çoğunun sahibi bu beydi, köylüler onun sayesinde ekmek yerdi.


[3d-flip-book mode=”fullscreen” urlparam=”fb3d-page” id=”2148″ title=”false”]

Sokaktan sokağa geçerken üç-dört farklı dilin işitilebildiği, korularla meyve bahçeleri arasında ahalisinin dolup taştığı bir köydü Köprülüce. Bosna eyaletinin kudretli paşalardan biri tarafından yaptırılmış taş köprüsünden Rumelinin dört bir yanından askerlerin, kervanların gelip geçtiği bir kasabayken savaşlarla değişen sınırlarla birlikte yollardan ayrı düşmüş, fakirleşmişti. Bağlarında bahçelerinde yetişenlerle geçinen, taştan “Köprija”sının adımlardan çok tenhalıktan rüzgârla aşındığı bu köyde çok zengin bir bey yaşardı. Bağların çoğunun sahibi bu beydi, köylüler onun sayesinde ekmek yerdi.

Elli kışı devirmiş bey, neredeyse her sabah kıratına biner, yanı sıra yürüyen kâhyasıyla birlikte bağlarını, bahçelerini bizzat dolaşırdı. Dolaştıktan sonra azgın bir nehrin ikiye böldüğü köyün öbür yakasındaki atasından dedesinden kalma köşküne geri dönerdi. Eğer bir tanıdığına rastlarsa, bağlardaki sofralara buyur edilirse geri dönmesi akşam ezanını bulurdu. Bey bir gün köprüden yine böyle geçerken, yakınlardaki bir köye düğüne giden köyün kızlarından, yeni gelinlerinden bir bölüğe denk geldi. Kızlardan birisi ihtiyar ağanın gözüne hoş göründü. Atının ardı sıra yürüyen kâhyasına gösterdi kızı. “A bre begım köyün öte yakasında oturan Oduncu İbro’nun tek kızçesi!” deyiverdi kâhya.

Aileye haber gönderip niyetini iletti bey. Siyah saçları belik belik örülmüş, çakır gözlü genç kız evinin yeni hanımı olacaktı. Köprülüce’nin beyi böyle bir haber salınca, kızın babası Oduncu İbro ile yaşlı karısı önce sevine yazdı. Ancak tazecik kızlarını, hâlihazırda iki hanımı olan bir ihtiyara verip de ömrünün baharını soldurmak istemediklerine kanaat getirerek gelen haberciyi başlarından savdılar. Bey köprüde gördüğü güzelden vazgeçemedi. “İsteyenin bir yüzü kara!” diyerek bu sefer kâhyasıyla birlikte görücüleri oduncunun evine yolladı. İbro kızını vermek istemediğini onlara alenen söyleyince bu sefer bey bizzat oduncunun kapısına dayandı. Kamçısını şaklattı, bıyığını burdu, haydudu andırır gözleriyle oduncuyla karısını çöktükleri yere mıhladı: “Allah yukarıda, paşa uzakta! Bu köprüyü Al-i Osman yaptıralı beri soyumdan oniki bey gelip geçmiş, hepiniz elime bakıyorsunuz. Değil sizi, tüm köylüyü yerinden sürüp çıkarsam, yerinize adam bulurum. Ben kızınızı saçından sürüyüp götürmesini de bilirim, isterim ki düğünle alayla gelin olarak çıksın şu eşikten!”

Bey başka bir şey demeden evden çıktığında onca tehdide rağmen Oduncu İbro yılmış değildi. İhtiyar karısı köyü bırakıp kaçmalarını söylediğinde: “Beyin oniki dedesi o yakada yatıyorsa benim oniki dedem de bu yaka da yatıyor. Bey kudurup kapıma dayanacaksa göreceği de olacak!” dedi. Tutunduğu bu yegâne dal da köylüyle konuşunca kırılıverdi. Köylüler beylerinin korkusuna köşkün kapısını tutan, rakija oldu mu ekmek dahi aramayan ipten kazıktan kurtulma eli tüfekli yanaşmalarını anlatınca karşı koymak bir yana dursun, Bosna’da kaçabilecek bir yeri dahi olmadığına kanaat getirdi. Böyle olunca oduncu kızını beye verdiğini söyledi.

Taş köprü üstünden atlar, ipekliler, atlaslar, çeyizler geçip gitti. Kız hiç sesini çıkarmadı. Ağladığını bile görmediler. Az biraz yiyor içiyor, çoğunlukla susup oturuyordu öylece. Düğün günü gelince de süslenip püslenerek allı pullu gelin oldu. O zamanın âdeti öyle olduğundan al renk ferace giydi, yine al renk örtü yüzüne örtüldü. Köşkten çıkıp gelen davullu zurnalı düğün alayı gelince beyin kıratının sırtında öbür yakanın yolu tutuldu.

Gelin en önde kırat sırtındaydı. Arkada düğün alayı, çocuklar, çalgıcılar, çeyiz taşıyanlar yürüyordu. Gelin köprünün ortasına yaklaştıkları esnada atın dizginlerini çeken kâhyaya: “İpek mendilimi düşürdüm” diyerek kalabalığın içine gönderdi. Dizginler boşta kaldığı anda birden atı köprünün ortasına sürdü. Bir sıçrayışta taşa çıkıp kendini azgın nehrin kollarına bırakıverdi. Köprü yapılmadan evvel sayısız ailenin katili olan azgın nehir, gelin kızı da yuttu. Bey köşkünün yanaşmaları gelinin cesedini günlerce sazlıklarda, nehir boyunda arayıp durduysa da ellerine bir şey geçmedi. Bey olacakla öleceğe çare bulunmaz diyerek kızı unuttu. Oduncu İbro ile karısı ise bağırlarına taş basıp kızlarının yasını tuttu. Köprüden canına kıyan onlarca gelin rivayeti, türküsü arasında gelin kız da zamanla unutuldu gitti. Ta ki bir gece köyün bekriyaları, sarhoşları köprüden geçene dek.
Sonu uğursuz biten düğün faciasından sonra köyde ahali eski yaşantılarına dönünce, işretçiler de uzun zaman sonra ilk kez köyün sapasında bir araya gelmişti. Bunlar alıştıkları üzere gece boyu bağlardaki çardaklarda küp gibi içerler gün ağırmadan hanlara, kaldıkları yerlere dönerlerdi. Onlar dışında geceleri dışarda gece gezebilen olmazdı ki gelinin intiharından sonra ilk kez sokaklarda insan sesi çınlamıştı: Köprünün ortasında dikilveren, cesedi suda şişen, soluk tenli, çukur gözlü gelinle karşı karşıya gelmişlerdi. Ahali ilkin sarhoş uydurması diyerek söylenenlere inanmadı. Ancak birkaç gün sonra yatsı sonrası akraba ziyaretinden dönen bir adamla, eşeğinin sırtına oturttuğu hamile karısı köprüde görünmez ellerce boğulmaya kalkınca herkes inanır oldu. Kimse ezandan sonra köprüden geçmemeye başladı.

Taş köprüdeki gelinin hikayesi her Rumeli söylencesi gibi kısa sürede yayılmıştı. Bey gelini hortladı lakırdıları nitekim kısa sürede Köprülüce beyi’nin köşküne de ulaştı. Bey korku söylencelere gülüp geçti ama yüreğindeki ağırlığı herkesten gizledi. Bağları dolaşmaya gittiğinde işini erken halletmeye baktı, ezandan sonraya kalmamak için. Köylüye rezil olmamak için handa kalamazdı, gelgelelim hortlak gelini de görmek istemiyordu. Dünya hali bir gün hayli geçe kaldı bir ahbabı yüzünden. Köyün öbür yakasına geçmeden handa kalabilecekse de millete laf söz düşürmek istemediği için karanlığa rağmen atını köprüye sürdü. Köprünün ortasına varana dek ne bir kimseyi gördü, ne bir ses duydu. Bir anda karşısında bir siluetin peyda olduğunu görmesiyle kıratının kendisini sırtından atıp kaçması bir oldu. Sanki o an yıldırım şavkımıştı da hortlak gelin görünüvermişti. Bey yerde çaresiz, kıpırdayamadan yatarken gelin tepesinde dikildi. Saçları sudan yapağı olmuş, tırnakları ve dişleri kabir azabına uğradığından sivri sivri uzamış, gözleri fener misali ışıl ışış hortlak sabaha kadar beye azap çektirdi. Bey sabaha dek haykırdı, kasabanın evleri köprüye bakan kısmında oturanlar sabaha dek çığlık seslerini, yalvarmalarını işitti. Bir Allah kulu dışarıya çıkamayıp yorgan altında tir tir titredi. Köşkte bekleyen yanaşmalar dahi korkudan birbirlerine sokuldu.

Sabah ezanına yakın ses kesildi. Ezandan sonra köprüye gidenler dokuz büklüm olmuş beyi verdiler toprağa. Beladan kurtulduklarını sandılar zira hortlağa sebep olan zalim artık dünyada yoktu. Yine bir akşam vakti bu sefer köyün hancısı gece vakti bir ahbabından dönerken köprüden geçene dek bu rahatlık sürdü. Hancının yolunu gelinle birlikte mezarında huzur bulamamış Köprülüce Beyinin hortlağı kesince tüm köy canhıraş çığlık seslerine uyandı. Meşalelerinin ışığında hortlakların ışıldayan gözlerini, sivri dişlerini gördüler. Ama üzerlerine varmaya cesaret edemediler. Hortlakların uğrağı o köyde yaşamaktansa köyü terk ettiler. Nehrinin bir yakasındakiler Sırp topraklarına, diğerindekiler de Osmanlı memleketlerine gitti. Köy viraneye, köprü harabeye döndü. Hortlaklar geceleri yolunu şaşırıp oraya düşürenleri bekleyip durdu.