Kilit Taşı

Surit’in ölümüne dair hiçbir şey hatırlamıyordum. Üç ay önce kavga ettik ve ayrıldık sanıyordum.


Arkama dönüp baktığımda hiçbir şey göremedim. Oysa az evvel bir taşa takılıp düştüğüme yemin edebilirim. Düz bir yolda yürürken düşmüş olmayı kendime yediremediğim için zihnim bana bir oyun oynuyor olabilir mi? Belki de. Ona da tam olarak güvenmiyorum. Zaman zaman zihnimde canlanan olayların beni yanılttığını fark ediyorum artık. Bunu özellikle Surit’ten ayrıldıktan sonra fark etmeye başladım. Ayrılmamıza neden olan hadise neydi hatırlamıyorum. Sanırım yine basit bir yanlış anlaşılma yüzünden tartışmıştık. Birbirimizi yanlış anladığımızda ikimiz de bambaşka karakterlere bürünüyoruz. Kendime çok kızıyorum böyle olmasına izin verdiğim için.

O kadar özledim ki aslında… Ondan başka bir şey düşünemiyorum. Hiçbir gündelik konuya odaklanamıyorum. Biraz da ilaçların etkisi var tabii. Psikiyatristim hafif bir ilaç tedavisine başladı son aylarda. O yüzden de biraz sersem gibiyim açıkçası.

Mutsuz değilim. Mutlu hiç değilim. Uyur-uyanıklık arası bir alacakaranlık kuşağındayım sanki. Neden bu sefer bu kadar etkilendim bilmiyorum. Daha önce de birçok kez ayrılık yaşadık. Hiç arayıp sormadı diye mi acaba? Evet, bu yüzden olabilir ama nasıl ulaşacak ki bana? Ne zaman olduğunu hatırlamıyorum, Surit’ten ayrıldıktan kısa bir süre sonra telefonum çalındı. Tüm sosyal medya hesaplarım başkasının eline geçti. Kardeşim, sağ olsun, hemen bana yeni bir telefon ayarladı ve gereken işlemleri yaptı ama rehberim falan olduğu gibi gitti. Bir süre tekrar sosyal medya hesabı da açmamaya karar verdim, Surit ile ilgili bir şey görmeyeyim diye. E, bu adam nasıl ulaşacak ki bana? Yok, isteyen ulaşır. Kardeşimi arardı. Hatta istese evime de gelirdi. Bu diyardan çekip gitmedim ya! Benimkiler boş bahane. Kendini avutma, başka bir şey değil. Annesi de hiç aramadı. Daha önceki ayrılıklarımızda hep aramıştı. Hepsi vazgeçti benden işte. Ben aradım Surit’i birkaç kere. Dayanamadım ne yapayım? Hepsinde telefonu kapalıydı. Benim de onu aramamı istemiyor demek ki. Onun için bitti bu iş, belli. Bir de ben anlasam bittiğini…

Bu ilişkinin bitmesi sadece benim suçum değildi elbette fakat nedense bugün çok fazla vicdan azabı duyuyorum. Sanki her şeyi ben mahvetmiş, paramparça kırmışım. Tek başıma ben, çok güzel olan ilişkimizin sonunu getirmişim sanki.

Ben, az önce düştüğüm yerde oturmuş bunları düşünürken arkamdan bir sesin bana doğru yaklaştığını işittim:

“İyi misiniz? Bir şeyiniz yoktur umarım?”

Hızlıca yerimden kalktım. Nefes nefese kalmıştım nedense. Şaşkın şaşkın yabancı adama bakarken birden onu bir yerlerden hatırlıyorum hissine kapıldım. Spor şapkası ve güneş gözlükleri olduğu için tam çıkartamıyordum ama genel havası ve sesi çok tanıdık geliyordu.

Birkaç saniyelik sessizlikten sonra kendime geldim:

“İyiyim sağ olun. Taşa takıldım.”

“Şey… Sizi bir yerden tanıyor olabilir miyim?”

Ardından kendi güneş gözlüğümü ve burnuma kadar doladığım atkımı çıkardım. Ben yüzümdekileri çıkartır çıkartmaz yabancı adam coşkuyla atıldı:

“Deva! Tanıyamadım seni. Şu tesadüfe bak!”

Bu sırada o da spor şapkasını ve gözlüklerini çıkardı ve artık ben de onun kim olduğundan emin oldum.

“Ya gerçekten ne tesadüf! Ben de seni tanıyamadım. Nasılsın Ceral? Çok zaman oldu değil mi?”

Ceral, bu dediğimin üzerine bir an anlamsız baktı yüzüme. Sonra hemen toparlanıp beni hemen oracıkta olan evine bir kahve içmeye davet etti. Aslında iyi olacak. Elimi yüzümü yıkar, biraz dinlenirim. Bugün bana ne oluyor böyle bilmiyorum. Evim buraya baya uzak. Geldiğim gibi yürüyerek geri dönemem, çok yoruldum. Sabah kalktığımdan beri bir tuhaflık var üzerimde. Sanki kullandığım ilaçların etkisi geçiyor da zihnim berraklaşıyor, ancak bu berraklaşma beni çok yoruyor gibi. Son aylardaki halime göre daha çok enerji doluyum, her şey dikkatimi daha fazla çekiyor. Ancak, bir yandan da taşa takılıp düşecek kadar dikkatsizim ve bu düşme beni çok yordu. Ya da düşüncelerimin berraklaşması yordu. Bilmiyorum…

Apartmana girdik. Ceral, bana bir şeyler anlatmaya başladı ama dinleyemiyorum. Nedense dikkatim apartmanın zemin katının detaylarına takılıyor. Merdiven tırabzanının kırılmış tarafı, posta kutularının rengarenk olması, asansör kapısının üzerindeki nazar boncuğu çıkartması… Hepsini daha önce görmüş gibiyim. Ben buraya daha önce geldim. Ama ne zaman? Ve kime? Hatırlayamıyorum.

Sanki benim bunları düşündüğümü anlamışçasına:

“Benim evime tekrar gelmen seni kötü etkilemez umarım Deva. Nasıl diyeyim bilmiyorum. En son Surit ile gelmiştiniz. Şeyden hemen önce… O yüzden… Eğer kötü hissettiysen dışarıda bir yerde oturalım.”

“Ben çok üzgünüm Deva. Seninle cenazeden sonra tekrar konuşamadık. Hala inanamıyorum. Bir gün önce misafir etmiştim sizi. Yıllar sonra ilk defa buluşmuştuk Surit ile. Ertesi gün… Çok üzgünüm Deva çok!”

Birden her şeyi hatırladım. Neden sabahtan beri bir tuhafım, neden bu sokaktayım… Neden Surit ile ilgili müthiş bir suçluluk duyuyorum… Tanrım! İçim acıyor. Çok acıyor. Keşke hatırlamasaydım, keşke Ceral ile karşılaşmasaydık. Surit… Sevgilim, canımın yarısı! Senin öldüğünü nasıl unutabildim ben? Madem unutabildim, niye hatırladım yeniden? Nasıl dayanacağım şimdi ben bu acıya? Nasıl? Aman Allah’ım! Ben… Ben… Onsuz yaşayamam ki ben…


Neredeyse üç ay olmuştu. Cenazede baygınlık geçirip günlerce hastanede kaldım. Sonra da psikiyatr kontrolünde ilaç kullanmaya ve terapi görmeye başladım. Surit’in ölümüne dair hiçbir şey hatırlamıyordum. Üç ay önce kavga ettik ve ayrıldık olarak zihnime kazınmıştı.

Ancak, bugün farklı bir şey oldu. Uyandığımdan beri farkındaydım zaten. Kendimi birden Surit ile en son geldiğimiz evin sokağında buldum ve olan oldu. Taş falan yoktu. Düşmedim, kendimden geçtim.