Jean-Nicolas-Arthur Rimbaud (1854-1891), Fransa’nın güneyindeki Charleville adlı küçük bir kentte doğdu. Dik başlı, zorba ruhlu bir kadın olan annesi daha Rimbaud doğmadan babasını evden kaçırmıştı. Ozanın çocukluk yaşamı baskılar ve kasabanın tekdüzeliği içinde geçti.
İlk şiirlerini yazdığında on beş yaşındaydı. Öğretmeni Izambard ona her yönden yardımcı oluyor, ünlü yazarların betiklerini tanıtıyordu. On altı yaşında evden kaçtı; köy köy, kent kent yayan dolaştı. Bu kaçışlar yinelendi.
Verlaine’e yazdı, şiirlerini gönderdi. Verlaine’den coşkun bir yanıt aldı. Zühal Şiirleri ve Çapkın Törenler’in ozanı onu Paris’e çağırıyordu. Rimbaud cebinde Esrik Gemi, Paris’in yolunu tuttu. İki ozan Paris’te başıboş bir yaşam sürmeye başladılar.
Zamanlarının çoğu meyhanelerde geçiyordu. Rimbaud’yla eşcinsel ilişkisi yüzünden Verlaine’in karısıyla arası açıldı. Rimbaud ve Verlaine önce Belçika, daha sonra Londra’da birlikte kaldılar. Kavga ettiler, barıştılar, yeniden bozuştular. Verlaine Belçika’da Rimbaud’yu vurdu ve hapse düştü. Artık araları tümüyle açılmıştı.
Cehennemde Bir Mevsim ve Illuminations ozanı, şiirin kuyruklu yıldızı yazını bırakıp kendini yollara vurdu. İtalya, Hollanda, Avusturya, Almanya, İsveç ve Norveç yolculuklarından sonra Kıbrıs üzerinden Afrika’ya yöneldi. Habeşistan’da silah kaçakçılığı, köle tecimi (?) yaptı… Ayağında, bacağında kanser tümörü çıktı. Marsilya’da bacağı kesildi, bir süre sonra da öldü. Otuz yedi yaşındaydı. Yirmi bir yaşında şiiri bıraktı. Dört yıl şiir yazdı ve ölümsüzler betiğinin ilk sayfalarında yer aldı.
Rimbaud Şiiri
Rimbaud’un şiir sanatını yorumlamak için, önce ozanın yaşadığı dönemdeki toplumsal, kültürel ve sanatsal ortamı tanımak gerekir.
Rimbaud şiir yazmaya başladığı yıllarda Fransa’daki sanat dünyasına Romantizm ve Parnasse Okulu egemen. Öte yandan Sembolizm de filizleniyor. Kapsam yönünden şiirde, sanat sanat içindir, “saf şiir”(poesie pure) ağır basıyor. Bazı şairler toplumsal sorunları, işçi sorunlarını işliyorlar ama şiirleri ağırlık koyacak güçte değil. Roman ve öykü zaman zaman toplumculuğa, “realisme”e yöneliyor. Ne var ki, bu”realisme” ayrıntı gerçekçiliğinden öteye gidemiyor.
Çağın sanat akımlarını şimdi biraz daha yakından izleyelim.
Romantizm
On altıncı yüzyılda başlayan ve on sekizinci yüzyıl sonuna dek süren Klasik Okul, şiirin kaynağını eskiçağda, Yunan ve Roma uygarlığında arıyor; ozanlar yapıtlarına komedya, tragedya, epitr, satir, fabl gibi isimler veriyorlar. Şiir dili tumturaklı ve yüce kavramları işliyor. Dizeye, Yunan ölçüleri egemen. Biçim çabası başta geliyor, ozanlar eski biçimlerle yazıyorlar. Şiirlerin teması yaşama övgü; ama bu övülen yaşam, sokaktaki adamın değil, soylunun, derebeyinin, soylular içinden çıkan yiğitlerin, kişilerin yaşamı.
Dinde reform, din savaşlarına yol açmış; yazın da dinin propaganda aracı olmaya yönelik. Kısacası yüzyıla, soylular (aristocrates) ve din adamları (ruhban sınıfı) egemen; şiir de soyluların sanatına, soyluların beğenisine yönelmiş. Ekonomik gücü elinde bulunduran Fransız burjuvazisi 1789’da devrim yaparak siyasal erki ele geçirir. Soyluların ve ruhban sınıfının saltanatına son verir. Krallığı kaldırıp Cumhuriyet yönetimini kurar.
Yüzyıla ve topluma burjuvazi (kentsoylular) ağırlığını koyunca toplumsal değişime koşut olarak sanat akımı da değişir. Klasizmin tahtına Romantizm oturur ve yeni akım eski akımın kurallarını ortadan kaldırır. Artık yalnız soyluların yaşam öyküleri değil, her şey şiirin konusudur.
Tumturaklı, klasik şiir dilinin yerini gelişigüzel bir sesle yazılan, kişisel duyguları, kentsoylunun duygularını yansıtan diri ve canlı bir halk dili alır. Soylu kişilikler şiirden sürülür; bireyin imgelemi, düş gücü ve duyarlılığı, “ben”in kendinden geçişi vekişisel lirizm egemen olur. Ozanlar biçime değil, öze ağırlık verir.
Yunan ölçüsünün yerini on iki heceden oluşan ulusal Fransız ölçüsü, aleksandrinler alır. Zengin uyaklar gözden düşer. Romantik şiirin lirizminde doğa ve insan kaynaşır. Sanat özgürleşir; tiyatro, klasik trajedinin kurallarını bir yana atar. Romantizmin şiirde kurucusu kabul edilen Hugo, tekdüze kuralcılığın yerine, daha yumuşak olan düzgün anlatımı koyar.
Şiir, insanın duygularını olduğu kadar, yoksulluğunu ve toplumsal sorunlarını da kendine dert edinir. Lamartine, Hugo, Musset, Vigny, Nerval ve ilk dönemlerinde Gautier ve Baudelaire romantizmin ünlü ozanlarıdır.
Parnasse Okulu
Malvarlığı azalan soylular rahatlarını sürdürmek için evlilik yoluyla kentsoylularla kaynaşırlar. Kentsoylular da soyluluk unvanını kazandıran büyük topraklar satın alarak sınıf değiştirirler. 1804’de Cumhuriyet’in yerini İmparatorluk alır. 1848’e dek Fransa’yı krallar yönetir. 1848’de İkinci Cumhuriyet,1852’de İkinci İmparatorluk, 1870’de Üçüncü Cumhuriyet kurulur. Yani soylular siyasal erke de yeniden ortak olurlar. Bu kaynaşma şiir sanatında da senteze yol açar ve Parnasse Okulu doğar. Parnasse Okulu’nun şiir görüşünü şöyle özetleyebiliriz:
*Sanat sanat içindir: Doğasıyla sanat yarar gözetmeyen bir uğraşıdır. O halde, sanattan yararlı hiçbir amaç beklememek gerekir. Sanatçının bir tek tanrısı vardır: Güzellik. Sanatçının düşünü yalnızca güzellik gerçekleştirir, kaygılarını güzellik dindirebilir. Ölümsüz olan yalnızca güzelliktir. Güzellikten başka amacı olmadığı için ozan plastik sanatlarla bağlantısını güçlendirmek, güzeli elde etmek uğruna bütün çabaları göstermeli, işi rastlantıya bırakmamalıdır. (Gautier)
*Biçim ve teknik zorunludur: Bir yapıt ne kadar teknik bir çalışmanın ve yenilmiş güçlüklerin ürünüyse o kadar güzeldir. Sanatçı kolaylığı sürgün etmelidir. (Gautier)
Parnasse’çılar dize üstünde önemle dururlar, ritimleri, tiz ve tam uyakları severler. “Uyak dizenin ta kendisidir.” (Banville) Oysa romantizmde, bilindiği gibi, tumturaklı, klasik şiir dilinin yerini gelişigüzel bir sesle yazılan, kişisel duyguları yansıtan, diri, canlı bir halk dili almıştı. Romantik şiirin kurucusu kabul edilen Hugo, tekdüze kuralcılığın yerine, daha yumuşak olan düzgün anlatımı koymuştu.
*Kişisel lirizme ve kişiselliğe paydos: Kişisel temalar ve onun çok yinelenen çeşitlemeleri dikkati yorar, tüketir.” Leconte de Lisle kişiselliğe şöyle karşı çıkar: “Nesneli aramalıyız, kişisel olmayana yönelmeliyiz. Bu, duygusuzluk anlamına gelmez. Lirizmi artık bir yana bırakalım. Şiir bireysel bir destan da kanatlanamaz. Bilge bir kuşaktanız. Çağın aydınlık yoluna girmek için geçmişe yönelmeliyiz, geçmişten günümüze gelmeliyiz. Bilimin yoluna, pozitivizmin yoluna böyle girebiliriz. Artık geçmişi, imgelemlerle ya da yerel renklerle çağrıştırmak değil de, en yeni belgelerin yardımıyla, fikirleri, olayları, özden yaşamı, var olma, inanma, düşünme, davranma nedenini, eski soyları oluşturan her şeyi yeniden yaşatmak söz konusudur. Uzun zamandan beri birbirlerinden ayrılmış olan bilim ve sanat birbirleriyle kaynaşmasa bile birleşmek zorundadırlar.”
Oysa, bilindiği gibi, romantizmde, bireyin imgelemi, düş gücü ve duyarlılığı,”ben”in kendinden geçişi ve kişisel lirizm egemendir. Gautier, Banville, Leconte de Lisle, Verlaine ve Heredia Parnasse Okulu’nun temsilcileridir. Delikanlı Rimbaud da başlangıçta kendini bir Parnasse’çı olarak duyumsar. 24 Mayıs 1870 tarihinde, Çağdaş Parnasse dergisinde yayınlanması dileğiyle Banville’e Sensation, Ofelya ve Credo in Unam (Güneş ve Ten) şiirlerini gönderirken şunları yazar:
“Sevi dolu aylardayız; yaşım on yedi.(…) Esin perisinin şöyle parmak uçlarıyla dokunduğu bir çocuk olan ben inançlarımı, umutlarımı, coşkularımı, şu ozanlara vergi şeyleri dile getirmeye giriştim, bahar dediğim bu işte benim. (…)Ben de Parnasse’çı olacağım (…) Şu dizeleri okurken burun kıvırıp surat asmayın sakın: Credo in Unam (Güneş ve Ten) parçasına Parnasse’çılar arasında ufak bir yer ayırtabilirseniz beni umut ve sevinçten çılgına döndürmüş olursunuz… Parnasse’ın son sırasında bile olsa yer almak ozanlar için bir umut, bir inanç oluşturur. (…) Bana destek olun biraz, gencim, bana el uzatın…”
Sembolizm
Rimbaud’nun şiire başladığı yıllarda, adı henüz konmamıştı ama, yeni bir şiir akımı daha doğuyordu. Nerval ve Baudelaire Sembolizmin (simgecilik) ilk temellerini atmışlardı. Daha sonra Verlaine, Rimbaud ve Mallarme de sembolizmin öncülüğünü yaptılar. Öncülerden biri de Rimbaud olduğu için bu akımı da kısaca açıklamakta yarar var.
Sembolizmin kurucuları Romantizmin ve Parnasse Okulunun ozanları arasından çıktı. Bu ozanlardan dördü ele avuca sığmıyordu. Baudelaire ölümsüz dizelerini bütün akımların dışında yazıyor ve gelecekteki bütün akımların kapılarını aralıyordu. Verlaine, soğuk plastik güzelliğe başkaldırıyor, tül altından görünen, örtülü, duygulu, ince bir güzelliği yazıyor, geleneksel biçimin yanısıra yeni biçimler araştırıyordu.
Fransız şiirinde durakları, çift sayılı heceler birliği sağlar. Verlaine “tekli dizeden şaşma” diyordu ve beş, yedi, dokuz, on bir, on üç heceli dizeler yazıyordu. Bazen aynı şiirinde değişik sayıda heceden oluşan dizeleri birlikte kullanıyordu. Rimbaud Mayıs Sürgünü şiirini uyaksız dizelerle yazdı. Giderek, ölçüyü tümüyle atıp Marine (Gemicilik) ve Mouvement’da (Devinim) özgür dizeye yöneldi, sonunda dizeyi de atıp şiirin tanrısı dediği Baudelaire gibi, yapıtını düz yazılmış şiirle vurguladı.
İlluminations ve Cehennemde Bir Mevsim’den önce yazdıklarının, ölçülü dizelerinin yakılmasın ıistedi. Mallarme “Düzyazı diye bir şey yoktur. Düzyazı birbirine geçmiş yan yana dizelerden oluşur” diyecek kadar ileri gitti önceleri. Ama sonradan, düşünceyi en iyi biçimde ölçülü dizenin yoğunlaştırdığını ileri sürdü ve geleneksel dizeyi savundu. Mallarme, Parnasse Okulu’nu, biçimde değil, şiirin özünde yaptığı değişikliklerle yıkıyordu. Açık anlatıma, nesnelerin adlandırılmasına karşıydı:
“Bir nesneyi adlandırmak, şiirin dörtte üçünü yok etmektir, nesneyi esinlemek, işte düş budur. Sembolü oluşturan bu gizem en yetkin biçimde şöyle kullanılabilir: Bir ruh halini göstermeliyiz, ya da, tersine, bir nesneyi seçip, bir dizi çözümlerle, bu ruh durumunu ortaya çıkarmak için, nesneyi azar azar çağrıştırmalıyız” diyordu.
Parnasse Okulu’nun egemen olduğu dönemlerde bu dört ozan, sembolizmin dört öncüsü, plastik güzelliğe, somut nesnelliğe karşı çıkıyor; insanın, nesnenin, doğanın gizemlerini, bilinçaltının seslerini araştırıyordu.
Sembolizm şöyle özetlenebilir: Sembolistler soğuk plastik güzelliği, nesnelliği savunan, özdekçi (materialiste) ve olgucu (positiviste) Parnasse’çılara tepki olarak ortaya çıktılar; ülkücülüğü (idealisme) ve sezgiciliği (intuitionisme) savundular. Bütün ilkeler ve bütün dönemler için geçerli bir güzellik kavramının var olacağına inanmazlar.
Durukun (statique) karşısında yer alır, oluşumu (devenir) kutsarlar. Klasisizme, şiir sesi söylevci olduğu ve akıl hocalığı yaptığı için; Romantizme, gözyaşı tecimiyle uğraştığı, anlatımı pek yalın olduğu için; Natüralizme (doğalcılık) ruhsuz olduğu için kızarlar. Örtülü güzelliği severler. Doğaya, nesnelere, olaylara, buğulu bir camın ardından bakarlar. Anlamda da örtülüyü severler. Gerçeğin, yalın, çok açık biçimde değil, sembollerle sunulmasını; şiirin anlamına okurun, bilinciyle, bilinçaltıyla, sezgilerle yaklaşmasını isterler. Sembolist ozan konuya, bir sembolle yada birden çok sembolden oluşan sözcükler topluluğuyla girer, düşünceyi geliştirir, açar ve ana düşün’ü ortaya kor.
Duyumlar (renk, koku, ses..) düşüncelerin işaretleridir. Düşünceye duyumlardan gidilir. Ozan, duyumlar arasındaki iletişim ağını sembollerle, sözcükler ve imgelerle kurar ve ruhsal gerçeğe ulaşır. Baudelaire, İletişimler (Correspondances) şiirinin iki dörtlüğünde, gelecekte doğacak bir akımı da özetler gibidir:
“Bir tapınaktır doğa, direklerinden akan / Anlaşılması güç, karışık sesler duyulur / Ve kişi, tanıdık gözleriyle ona bakan / Simge ormanlarından geçip yola koyulur… / Geniş aydınlık gibi ve gece gibi kara / O derin birlik içinde, sesler, kokular, renk / Uzaktan uzağa karışan yankılara denk / Birbirlerini işte böyle yanıtlamakta.”
Sembolistler Avrupa tinselciliğinin, gizemciliğinin, metafiziğinin son halkalarını oluştururlar. Gerçeğin içindeki gizi ararlar. Bir benzetmeyle, Parnasse’çı ozan, ormanı; sembolist ozan, ormanın ruhunu yazar. Evrenin ve olayların gizemini ele geçirmeye çalışırlar.
Şiir yüreğin bir şarkısıdır, Parnasse’çılarınki gibi nesnelliği değil, bireysel bir öznelliği yansıtır. Anlatım büsbütün kapalı değil, ama örtülüdür. Nesneler açıkça anlatılmaz, ustaca çağrıştırılır. Dil, gerçek dışının, bilinçaltının, düşün kapılarını açmaya yarayan bir anahtar. Önemli olan sözcüklerin tınısı ve çağrışımı. En iğrenç bir sözcük bile çağrışım ve ezgi gücü varsa şiirde yerini alır.
Sembolistler dilbilgisi kurallarına, cümle kurgusuna (syntaxe) sıkı sıkıya bağlanmaz. Ezgiye büyük önem verir, şiiri ve müziği, iki sanatı birleştirirler: “Müzik, her şeyden önce müzik.” (Paul Verlaine)
Efsaneler, masallar, düş, ruhsallık başlıca konuları. Büyüyle, dinsel törenlerle, falcılıkla (occultisme) ilgilenir, ilkel insanın bilgeliğine saygı duyarlar. Parnasse’çılar gibi onların şiirlerinde de sık sık Yunan mitolojisinin tanrıları, yarı-tanrıları, Alman mitolojisinin perileri, masal kahramanları yer alır.
Sembolistler en büyük devrimi şiirin özünden çok biçiminde yaptılar. Özgür dizenin, giderek serbest şiirin kurucusu onlardır.
“Dizelerin düzeni, söyleşi ve biçim yapısı, geleneksel formül, yeni uyum için yeterlideğildi. Ayrıntıları çoğaltmaya elveren, klavyeleri daha yumuşak, yeni bir çalgı gerekiyordu.” (R.Sabatier.)
Verlaine ve Rimbaud gibi öncüler, bu konuda da kapıları araladılar. Parnasse Okulu’nun sanat görüşü, geleneksel biçime, dizeye ağırlık veriyordu. Sembolistler dörtlüğü, üçlüğü aşan bağlama öncelik tanıdılar. Şiirde, artık dize değil, bağlam önemli.
“Bağlam (kıta) şiir gereçlerinin içinde öğütüldüğü bir değirmendir. Bağlamı, zenginleştirilmiş seslerle çağrışımlardan oluşandüşünce saptar. Bu sesler ve çağrışımlar çok sayıdaysa bağlam uzun, az sayıdaysa kısadır.” (R.Sabatier.)
Sembolizm’de bağlam ve özgür dize önem kazanır. Albert-Marie Schimidt bu konuda özetle şunları söyler:
“Sembolistler ölçünün özgürleştirilmesi adı altında özgür dizeyi savundular, ama bunun açık bir tanımını yapamadılar. Ghil kendisini izleyenlere ‘gözden geçirilmiş ve buyruk altına alınmış eski alexandrini’ (on iki heceli dize) önerdi, ama öneriye pek aldıran olmadı. 1886’da herkes, aşırı disiplinli Parnasse’cı dizenin yerini yeni bir biçimin almasını istiyordu. Geleneksel eski dize sayılarının yerini, bir tür öznel ezginin alması bekleniyordu. Bu özlemi zaman zaman yansıtan ozanlara rastlanmadı değil. Ama yeni ritimleri hangi kurallara dayanıyordu, bu ritimler neden gerekli, açıklamıyorlardı.
Veremli Laforgue, birbirlerine eşit olmayan dizelerden oluşmuş uzun destanların göğüs ağrılarını dindirdiğini söylüyordu, o kadar. Rimbaud’nun Marine (Gemicilik) ve Mouvement (Devinim) şiirleri düzyazı değil. Peki onlara dize denebilir miydi? Verlaine Art Poetique’inde (Şiir Sanatı) bazı kurallar ileri sürüyordu, ama benimsenmemişti. Neden?
Çünkü sembolistlerde dize değil, bağlam egemen hale gelir. Sembolistlerin özgür dizeli şiiri bir grup ritim dizisini içerir. Üstünlük bağlamındır. Bağlam ise esinden önce var olan bir biçim değil, şiirsel gerçeklerin içinde öğütüldüğü bir değirmendir. Bağlamı türdeş kılan, zenginleştirilmiş, bazen de ana sese katılan seslerle çağrışımların yer aldığı tek bir düşüncenin açıklanmasıdır. Eğer bu sesler ve çağrışımlar çok sayıdaysa bağlam uzun, az sayıdaysa kısadır. Bağlam içindeki tinsel (spirituel) öğelerden her biri görece bir özerkliğe sahiptir.
Biçim için bir terim bulamadıklarından, ona bazen ölçü bazen söz topluluğu (groupe verbal )derler. Bağlamda tam uyaklardan ve çok özgün yarım uyaklardan (assonance) kaçınılmasını önerir, aksi taktirde bağlam akışının kesilebileceğini söylerler. Ölçülerden hiçbiri için özel bir tonlama koşulu ileri sürmezler. Deyiş, düşünce bilinçaltından bilince nasıl çıkıyorsa şiir de ona göre yazılacaktır. Şiir Sanatı’nda Verlaine de buna benzer şeyler söylüyor, ama söylediklerini kendi de pek uygulamıyordu. Ayrıca sembolistlerin özgür dizesi söyleyiş, deyiş ülküsüne uygun olarak bir düşüncenin eğilimlerini yansıtır. Bunun doğal sonucu olarak da; sembolistlere göre eleştirmenlerin, bir şiirin yapısını dizelere göre eleştirmeye hakkı yok.
Özgür dizeyi iyi kullananlar okurda derin ve coşkun duygular uyandırır; bu dizeler, okurun kendisiyle konuşmasını, iç dialogue’u sağlar, geliştirir ve iç çatışmaları yatıştırır. Ne var ki, okurların çoğunun bellekleri eski şiirin, geleneksel şiirin anılarıyla doluydu. Ayrıca uyakların, geleneksel şiirin dinlendirici biryanı vardı. Sembolizm, değişik ölçü ve dizeleriyle, zamanın okurunun elinden bu dinlenme hakkını aldığı okurlar şiiri sıkıcı bulup günce okumaya yöneldi.
On dokuzuncu yüzyıl sonlarında ortaya çıkan sembolizm, giderek büyük etkinliğini yitirdi. Ruhsalla ilgilenen bu sanatçıların elinde henüz psikanalizmin silahları yoktu. Ölçü ve uyaklarıyla geleneksel şiirin dinlendirici yanına alışkın okur düşünmekten hoşlanmıyordu. Aşırı çaba isteyen akım sonunda sanatçılarının bazılarını da yedi. Yükselişten sonra düşüş başladı. Yirminci yüzyılın başlarında da ozanlar onun kalıtından yararlandılar. Ve tüm ataklıklara açık bu şiir kendi bağrından bir başka şiir akımını, gerçeküstücülüğü çıkardı. Nerval, Baudelaire (1821-1867), Verlaine (1844-1896), Rimbaud (1854-1891) ve özellikle Mallarme sembolizmin öncüleridir.
Rimbaud’nun ilk şiirleri olan Özlem ve Güneş ve Ten’de sembolizmin gizemli mırıltılarına rastlanır. Aylaklığım (Fantezi) sembolik şiir türüdür. Bilindiği gibi sembolizmde masal öğeleri sık sık yer alır. Aylaklığım’daki Rimbaud kırlar içindeki Parmak Çocuk’tur. Kargalar korkunç bürokratları ve Baudelaire’in Baykuşlar’ı gibi devinimsizliği simgeler.
1871’de Verlaine’in çağrısı üzerine Paris’e giderken yanında Fransız dilinin ve yazınının en güzel şiirlerinden biri, Esrik Gemi vardı. Sembolik biçimde yazılan bu şiir ozanın düşlerini yansıtır. Bu yenilik dolu güzel şiir aynı zamanda çocuksu bir anlatımı da içerir: “Akşamlar ağlatıyor, ağladım, çok ağladım.”
Esrik Gemi derin özlemlerle çelişkilerin bir bileşimidir. Rimbaud çocukken okuduğu renkli dergilerdeki öyküleri, betimlemeleri, resimleri ve çocuk imgelemini denizcilik terimlerinden yararlanarak metafizik sembollere dönüştürür. Şiirde kendi yaşamını anlatır. O içinde kaybolduğu dalgalara kapılmış esrik bir gemidir. Gemi Rimbaud’nun simgesidir.
Sesliler’de sesli harfleri renklere dönüştürür. İlerde yazacağı Sözün Simyası’nda sesli harflerin rengini ve bütün duyularla algılanabilecek yeni bir şiir dili bulduğunu söyleyecektir. Sembolist Rene Ghil daha sonra, harflerle renkler arasındaki ilişkiyi geliştirmeye çalışacak.
Yıldız pembe ağladı sözcükleriyle başlayan, bağımsız mı, yoksa bir şiirin bölümü mü olduğu bilinmeyen bir dörtlükte sembolizmin bir diğer öğesi olan iletişim, duyular arasındaki iletişim yer alır.
Doğa önünde hep düş içindedir. Genç Oise’a, ırmağa bakıp düşlere dalar. Su, kaçışı, kurtuluşu simgeler. Sabah Düşüncesi’nde dülgerlerden söz ederken “Taşı onlara bengisu” der. Anı şiirinde de aynı şekilde su öğesi işlenir.
Devinimsiz kayık tutsak Rimbaud’nun sembolüdür. Annesinin zorbaca tutumunu, Charleville’deki tekdüze ve sıkıcı yaşamını ve evden kaçışını bu şiirde anlatır.
Mayıs Sürgünü’nde biçim ve dize yeniliklerine yöneldiğini görüyoruz. Uyaklar atılmıştır ama son hecelerde ince bir ezgi vardır.
Ondokuzuncu yüzyıl şiiri böylece, Verlaine ve Rimbaud ile özgür dizenin adımlarını atar.
En Yüksek Kulenin Şarkısı’nda ozan alabildiğine mutsuz. Onu bu karamsarlığa iten belki de Komün ayaklanmasının bastırılması. Karamsarlığı “Yaşamımı yitirdim” diyecek kadar ileri götürür.
Altın Çağ saf, temiz çocukluğa çağrıdır. Çocukken dinlediği halk türkülerinin ezgilerini yansıtır bu şiirinde: “Yaşamın ne güzel / Ey güzel şato.”
Yeni Evliler’deki fare belki karı-koca Verlaine’lerin evlilik yaşamına Rimbaud’nun sokuluşu, belki de Rimbaud-Verlaine eşcinsel yaşamına Verlaine’nin karısı Mathilde’in katılmasını simgeler.
Mişel ve Kristin şiirinde Mişel Almanya’nın, Kristin ise Fransa’nın sembolü. İki ülke arasındaki savaş ve barışa özlem dile getirilir.
Anlamsızlığın da yer aldığı Açlık Töreni imge yönünden çok zengindir. Çan biçimindeki kahkaha çiçekleri, çınlama, açlığın sağır vuruşları, kokular, sesler ve renkler birbiriyle kaynaşır.
Mutluluk ozan ve insan Rimbaud’ya en yakın şiirlerden biridir. Antoine Adam “Mutluluk yatağından taşıp yayılmak isteyen Rimbaud’nun en güzel şarkısı” diyor. Rolland de Reneville’e göre bu şiirde Hindistan’ın yüce bilgeliğine özlem anlatılır. Henry Miller ise “Tanrı’yı bulmanın kıvancı var” diyor. Kimileri sözü edilen horozun İncil’den türediğini söylüyor. Robert Goffin kıvançlı bir yorum yapıyor: “Mutlulukta, birbirlerinden bir süre ayrı kalan Rimbaud-Verlaine çiftinin buluşmaları dile getiriliyor. ‘Şato’ birlikte kurdukları düşleri (İspanya’da şatolar kurmak gibi) ya da güçsüzlüklerini (iskambilden şatolar gibi) simgeliyor.”
Rimbaud’nun Sanat Görüşü
Rimbaud sanat görüşünü açıklayan özel yazılar yazmadı. Bu konuda elde yalnızca, öğretmeni GeorgesIzambard’a ve Douai’de tanıştığı şair Paul Demeny’ye yazdığı mektuplar var. Ayrıca, Rimbaud Cehennemde Bir Mevsim’e koyduğu Sözün Simyası uzun şiirinde de şiir serüvenine değin açıklamalarda bulunuyor. Bunlara ancak ipucu gözüyle bakılabilir. Nitekim, her tümcenin, her sözcüğün üzerinde durarak hayli yazılar yazıldı, eleştiriler, spekülasyonlar yapıldı.
Rimbaud’nun sanatını ben de kendi görüşüme göre yorumlayacağım. Önce, ozanın bu mektuplarıyla Sözün Simyası’ndan alıntılar vermekle başlayalım.
Izambard’a Mektubu
İşte yine öğretmensiniz. Kendimizi topluma adamak zorundayız demiştiniz; öğretim kurulundasınız; herkesin gittiği yoldan gidiyorsunuz. (…) Aslında yalnızca öznel şiiri kendi ilkelerinize uygun buluyorsunuz. Deyimi bağışlayın, üniversitedeki yemliğinize dönmekte direnmeniz bunun kanıtı. Hiçbir şey yapmak istemediği için hiçbir şey yapmadan doyuma ulaşmış insanlar vardır, sonunda siz de onlardan biri olacaksınız. Ayrıca özel şiiriniz de korkunç yavan olacak. Başkalarının umduğu gibi bir gün sizin ilkelerinizde de nesnel şiiri görebileceğimi umarım. (…) Şu sıralar içip aylaklık ediyorum. Neden mi? Şair olmak, görülmezi görmek, bilici kılmak istiyorum kendimi: Siz anlayamazsınız bunu, ben de kafanıza sokamam. Tüm duyu’ların düzenini bozarak bilinmeze ulaşmak söz konusu.. acılar çok büyük, ama güçlü olmak, şair doğmak gerekiyor ve ben şair görüyorum kendimi. Bu benim suçum değil. Düşünüyorum demek yanlış, düşünülüyorum demeli. Sözcük oyununu bağışlayın.
BEN bir başkasıdır. Varsın odun bir gün kendini keman olarak görsün. Bilmedikleri konular üstüne söz yürüten bilinçsizler de vız gelir bana! (…)
Demeny’ye Mektubu
Her eski şiir sonunda Yunan şiirine, uyumlu yaşama gelip dayanır. Eski Yunandan Romantizme dek -Ortaçağ- yalnızca yazıncılar, uyakçılar var. (…) Romantizm hiçbir zaman iyi değerlendirilemedi. Kim değerlendirecekti? Eleştirmenler mi? (…)
Çünkü BEN bir başkasıdır. Bakır bir gün kendini borazan halinde bulursa bu bakırın suçu değil. Şurası gün gibi açık: Düşüncenin gelişip açıldığını görüyor, ona bakıyor, onu dinliyorum. Kemanın yayını şöyle bir çekince senfoni derinlerde kıpırdayıp deviniyor ya da bir sıçrayışta sahneye çıkıyor. (…)Ozan olmak isteyen kimse ilk önce bütünüyle kendini incelemelidir; ruhunu araştırır, denetler, dener, öğrenir. Ruhunu tanır tanımaz işleyip geliştirmesi gerekir! Basit gibi görünür bu: Her beyinde doğal bir gelişim tamamlanır. (…) Ruhu ejder kılmaktır söz konusu olan. (…)
Bilici (voyant) olmak, görülmezi görmek gerekir diyorum. Bütün duyuları uzun süre sonsuzca ve bilinçle bozup değiştirerek kendini görülmezi gören bir bilici kılar ozan. Bütün aşkı, acı ve çılgınlık biçimlerini bozup değiştirerek: Kendini araştırır, bütün ağuları kendinde tüketir ve özünü alıkor. Sözle anlatılamaz bir işkencedir bu ve bu işkenceyi yaşayan kimsenin bütün bir inanca, insanüstü bir güce gereksinimi vardı ve insanlar arasında o artık büyük hasta, büyük cani, büyük ve yüce bir bilgin haline gelir! -zira bilinmeyen’i bulmuştur! Herkesinkinden zaten daha zengin ruhunu ayrıca işleyip geliştirdiği için, bilinmeyene varmıştır. Şaşırıp, gönül gözüyle, gördüklerinin bilincini yitirse de onları gördü bir kez. Duyulmamış sayısız şeyin arasında sıçrayıp dursun, anası ağlasın, yetmez, ardından daha korkunç çalışmalar gelecek, öteki silinecek ve aynı ortam içinde yerini diğer korkunç işçiler alacak! (…)
Demek ki şair tam bir ateş hırsızı. İnsanlıktan, hatta hayvanlardan bile sorumlu. Bir şeyler bulduğu zaman bunları başkalarına da duyumsatmalı, dinletmeli; başkaları da onları tanımalı. Ötelerden getirdiği şey biçim içinde gelirse, ozan da biçimde sunmalı. Biçimsiz gelmişse, o da biçim kaygısından uzak yazmalı. Dil bulma konusuna gelince, her söz zaten düşünce olduğundan, evrensel bir dil de yaratılacak. Fosilden daha ölü Akademi üyeleri bile sözlük düzenleyebiliyor. Alfabenin ilk harflerinden başlayan aklı evvellerden söz etmiyorum. Ruha ruh olacak bu dil, düşüncede koku, ses, renk diye ne varsa hepsini özümleyecek. Kendi zamanında, evrensel ruhta uyanan bir yığın bilinmezi tanımlayacak şair. Düşüncenin formelleştirilmesinden öte, gelişimin açıklanmasından öte şeyler verecek. (…) Ozan gelişmenin çarpanı olacak. Gelecek materyalist. Sayılar ve uyumla dolu şiirler kalıcı olmak için yazılacaklar ama sonunda yine biraz eski Yunan şiirini yansıtacaklar. (…)Bu arada ozandan öz ve biçimde yenilik istiyoruz. (…)
Lamartine bazen görülmezi görüyor ama eski biçimler içinde boğulup kalıyor. İnatçı Hugo son yapıtlarında derin bir görüş sahibi olduğunu ortaya koydu. Sefiller gerçek bir uzun şiir. (…) Mussetmelek tembelliğiyle bizlerin, acıklı kuşakların başına acılı ve gizli görüntüleriyle üşüştü ve ötekilerden ondört kez daha pislik. Ciddi, tatsız tutsuz öyküler ve atasözleri! Şu; Geceler, Rolla, Namuna, Kadeh denen ürünler! Hepsi de Fransızca, yani iğrenç mi iğrenç. Fransızca yazılmış ama Paris diliyle değil. (…)Theophile Gautier, Leconte de Lisle, Theodore de Banville gibi ikinci romantikler görülmezi daha bir görüyorlar. Ancak, görülmeyeni görmek, duyulmayanı duymak ölüleri diriltmekten başka şey. Bu açıdan Baudelaire görülmeyeni gören gerçek bir bilici, ozanlar kralı, gerçek bir tanrı. Ne var ki, çok sanatçı bir ortamda boy verdi, o pek övülen biçimciliği önemsiz. Bilinmezlik bulununca, o kendisiyle birlikte kendi biçimini de getirir. (…) Parnasse denen yeni okulun da görülmeyeni gören iki bilicisi var: biri Albert Merat, diğeri gerçek bir şair olan Paul Verlaine.
Sözün Simyası’ndan
Nice zamandır tüm olası görünümleri edinmekle övünüyor ve gülünç buluyordum çağdaş resmin ve çağdaş şiirin ünlülerini.
Saçma sapan resimleri, kapı aynalıklarını, dekorları, çadır tiyatrolarındaki resimli perdeleri, tabelaları, halk bezeklerini seviyordum; kilise Latincesini, çalakalem yazılmış aşk kitaplarını, eskilere değin romanları, peri masallarını, çocukken okunan küçük kitapları, eski operaları, aptalca nakaratları ve basit halleriyle seviyordum eski türden yazını. (…) Tüm büyülere inanıyordum.
Rengini buldum sesli harflerin: A kara, Ö ak, İ kırmızı, O mavi, Ü yeşil. Her sessiz harfin biçimini ve devinimini yeni bir düzene koydum ve harfler arasındaki içgüdüsel ses uyumlarıyla bir gün bütün duyularca benimsenebilecek şiirsel bir söz bulmakla övündüm. (…) İşe incelemeyle başladım. Sessizliği, geceleri inceliyor, sözle anlatılamayan şeyleri saptıyordum. Saptıyordum hayal alemlerini. (…)
Söz simyamda şiirsel eskiliğin haylice yeri vardı. Yalın sanrıya alıştım, düpedüz, fabrika yerine cami, meleklerce yapılmış bir tamburlar okulu, gökyüzü yollarında atlı arabalar, gölün dibinde salon; canavarlar, gizemler görüyordum; bir güldürü oyunu adı dehşetler saçıyordu önümde. Sonra, büyülü kuşkuculuğumu sözcüklerin şansıyla açıkladım! Usumun dağınıklığını kutsal bularak bitirdim.
Başıboştum, ağır bir hastalık ateşiyle yüz yüzeydim. İmreniyordum hayvanların mutluluğuna.(…)Sevdim çölü, kavrulmuş bahçeleri, solgun yüzlü dükkanları, ılıtılmış içkileri. Pis kokulu dar sokaklarda başıboş dolaşıyordum ve kapalı gözlerle, sunuyordum kendimi ateş tanrısı güneşe. (…) Gökyüzünden laciverdi ayırdım. (…)Masalsı bir operaya döndüm, her varlığın bir mutluluk yazgısı var, bunu gördüm. (…) Aktöre, güçsüz beynin ürünü.Her yaratıkta, varlığını o yaratığa borçlu bir başka yaşamlar var gibi geldi bana. (…) Bir domuzu böylece sever oldum. Delilikten -tutsaklanmış delilikten- doğan her tür yanılgıyı yaşadım. Hepsini sayabilirim tektek, anahtar bende. Sağlığım tehlikeye düştü. Yılgı bastırıyordu. Günlerce uyuyup kaldım, uyandığımda kendimi yeniden en berbat düşler içinde buluyordum. Sonum gelmişti, güçsüzdüm. (…)
İlk Şiirler
Arthur Rimbaud’nun dört yıllık şiir serüvenini iki dönem içinde ele alabiliriz: Dizeler ya da İlk Şiirler dönemi ve Düz yazılmış Şiirler (Cehennemde Bir Mevsim ve İlluminations) dönemi.
Ozanın ilk şiirleri geçmiş şairlerden esinler taşır. Fransız Akademisi’nden Robert Sabatier’ye göre Özlem’de (Sensation) François Copp?e’nin, Güneş ve Ten’de Banville’in, simgeciliğin ilk izlerini sunan Ofelya’da Banville ve Musset’nin etkisi vardır.
Asılmışların Balosu Villon, Hugo ve Gautier’yi bir arayagetirir. Ermiş Tartuf’ün Yazgısı Baudelaire’in alaycı görüşünden kalkar.
Demirci, Doksan iki Ölüleri’nde Hugo’nun; Müzik, Venüs, İlk Akşam ve Garipler’de Hugo ve Glatigny’nin izleri bulunur.
Dolap ve Kuytuda Uyuyan Asker Baudelaire’in Spleen şiirini düşündürür. Kır Tanrısının Başı Verlaine’den esinlenmiştir.
İlk Kudas Törenleri’nde Baudelaire’den, Çalınmış Yürek’te Montaigne’in bir tümcesinden kalkar…
Örnekleri çoğaltmayalım. Elbette ki halkalar birbirini tamamlayarak zinciri oluşturacak ve ozan kendi ülkesinin kendisinden önceki ya da çağdaşı ozanlarından etkilenecektir. Önemli olan sonunda özgün şiiri, özgünsesi bulmaktır. Rimbaud kendi özgün şiirini ve sesini buldu. Öylesine özgün bir şiir kurdu ki sonunda gerek simgecilik, gerek gerçeküstücülük akımlarının öncüsü haline getirildi.
Ne var ki Rimbaud ve Rimbaud şiiri, Verlaine’in de dediği gibi hiçbir okul ve akım içinde yer almayacak kadar bağımsızdır. Bazı sanatçı ve düşünürler ilgilerini ve beğenilerini daha çok ozanın Cehennemde Bir Mevsim veIlluminations kitaplarındaki düz yazılmış şiirler üstünde yoğunlaştırırlar. Oysa Dizeler’i, ilk şiirlerinin çoğu da büyük önem taşır.
Verlaine’i dinleyelim: “Felix Fenon, Arthur Rimbaud’nun Illuminations’undan söz ederken haklı olarak bu yapıtın bütün yazının dışında ve kuşkusuz üstünde olduğunu söyledi. Bu yargı, diğer yapıtları, Şiirler ve Cehennemde Bir Mevsim için de geçer akçadır.”
Demek ki Rimbaud’yu anlamak ve tanımak için onun Esrik Gemi, Sesliler, Anı, Yediyaş Ozanları, Müzik, Sabah Dileği, Aylaklığım, İlk Kudas Törenleri, Çalınmış Yürek, Utanç gibi ünlü şiirlerini okumak gerekir. Bu şiirlerin pek çoğunda Rimbaud sözdizimine yenilik getirir. Jean Cocteau’yu hayran kılan da bu yeniliktir.
Öznel Şiir, Nesnel Şiir
Rimbaud’nun şiire başladığı yıllarda, Parnasse’çıların gündeme getirdiği “öznel şiir – nesnel şiir” konusu tartışılıyordu. Parnasse’çılar Romantizm Okulu’nun şairlerini yalnızca kişisel, öznel duygu ve düşünceleri, kişisel lirizmi dile getiren şiirler yazıp bıkkınlık doğurmakla suçluyorlardı. Ve şiirin nesnel (objektif) olması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Neydi bu nesnel şiir? Parnasse’çıların sözcülerinden Leconte de Lisle’in sözlerini yineleyelim: “Nesneli aramalıyız, kişisel olmayana yönelmeliyiz. Bu duygusuzluk anlamına gelmez. Lirizmi artık bir yana bırakalım. Şiir bireysel bir destanda kanatlanamaz. Bilge bir kuşaktanız. Çağın aydınlık yoluna girmek için geçmişe yönelmeli; geçmişten günümüze gelmeliyiz.
Bilimin yoluna, pozitivizmin yoluna böyle girebiliriz. Artık, geçmişi imgelemlerle ya da yerel renklerle çağrıştırmak değil de; en yeni belgelerin yardımıyla, fikirleri, olayları, özden yaşamı, var olma, inanma, düşünme, davranma nedenini, eski soyları oluşturan her şeyi yeniden yaratmak söz konusudur. Uzun zamandan beri birbirlerinden ayrılmış olan bilim ve sanat, birbirleriyle kaynaşmasa bile birleşmek zorundadır.” Özetlersek, Parnesse’çılara göre:
1) Nesnel şiir kişisel olmayana yönelen şiirdir. Ama bu duygusuzluk anlamına gelmez
2) Nesnel şiir toplumun geçmişini araştırır, şimdiki zamana geçmişten gelir. Eski soylar da şiirin konusudur.
3) Nesnel şiir fikirleri, olayları, özden yaşamı, kişinin varoluş, inanç, düşünce ve davranış nedenlerin ibelgelerin yardımıyla ele alır.
4) Şiir bilimle ve bütün güzel sanatlarla birleşir.
Şiire yeni başlayan delikanlı Rimbaud, bütün genç şairler gibi çağdaş ünlülerden etkileniyor, ama kendinidaha çok bir Parnasse’çı olarak duyumsuyordu.
Güneş ve Ten adlı şiirini Çağdaş Parnasse dergisinde yayınlaması için Banville’e gönderirken eklediği kısa mektupta kendisinin de bir Parnasse’çı olduğunu yazıyordu. Ancak, yalçın bir dehanın filizlenmeye başladığı genç Rimbaud da nesnel şiir çok daha kapsamlıdır.
Öğretmeni Izambard’a ve şair Paul Demeny’ye yazdığı mektuplardan biz şu sonucu çıkarıyoruz: Rimbaud’ya göre Antik Yunan’dan romantizme ve Parnasse’çılara dek, iki bin yıldır yazılan şiir öznel şiirdir.
Öznel şiir korkunç tatsızdır.
Öznel şiir yalnızca uyumlu yaşamı dile getirir.
Oysa yüzyıllardan beri yaşam değişti, artık uyumlu bir yaşam içinde değiliz, o halde şiirde de klasik uyumu neden arayacağız? Gerçeği ve yaşamı yeniden yaratmak zorundayız.
Bunu da ancak kendimizi bir başkası gibi dışardan izleyerek (BEN bir başkasıdır)ve her varlıktaki yaşamları inceleyerek gerçekleştirebiliriz. Öznel şiir yalnızca dış estetiğe, biçime ve uyağa ağırlık verir; şiir değil de koşuk, bir tür uyaklı düzyazıdır.
Uyaklar çekilip alınınca geriye kof bir içerik kalır.
Öznel şiir yalnızca lirik duyguları ya da coşkuları yansıtır.
Oysa duygular ve coşkular özneldir.
Öznel şiir eylem yaratmaz, yalnızca süslü dizeler ve sözcük oyunlarıyla eyleme tempo tutar, alkış tutar. Oysa şiir eylemi yaratmalı ve eylemin önünde olmalıdır.
Öznel şiiri eleştirmekle başlayan Rimbaud Klasik Okulu, çağındaki Romantizm Okulu’nu ve Parnasse’çıları karşısına almakla işe başlar. Beğendiği yalnızca iki şair var: Şairlerin Tanrısı Baudelaire ve Şairler Prensi Verlaine.
Öznel şiir ülkücüdür, nesnel şiir ise içeriğiyle ülkücü değil materyalisttir, çünkü sanayi devrimi başlamıştır, “gelecek materyalisttir”, “hep sayı ve uyumla dolu olan” şiirler kalıcı olabilecektir.
Öznel şiir eyleme katkıda bulunmaz, tempo tutar, ozanlar yurttaş oldukları için nesnel şiir “artık eyleme tempo tutmayacak, önde gidecektir”. Nesnel şiir yenilikçidir, “ozandan yenilik isteyelim, – düşünce (öz) ve biçim olarak-“, “Lamartine kimi kez görülmezi görendir ama eski biçim içinde boğulup kalır”. Ne yapmalıdır ozan? “Getirdiği şeyin biçimi varsa o da bir biçim sunacaktır, biçimi yoksa o da biçimsizi sunacaktır”.
Dil
Nesnel şiirin dili evrenseldir. Paul Demeny’ye yazdığı mektupta şunları söylüyor:
“Bir dil bulmak konusuna gelince, her söz zaten düşünce olduğundan, evrensel bir dil yaratmak zamanı gelecektir. (…)Ruha ruh olacaktır bu dil; koku, ses, renk diye ne varsa düşüncede hepsini özetleyecektir.”
“Sayıklamalar II” şiirinde, kendi şiir dilini şöyle açıklar:
“Rengini buldum seslilerin! – A kara, Ö ak, İ kırmızı, O mavi, Ü yeşil. Sessizlerin biçimini ve devinimini düzenledim ve içgüdüsel uyumlarla, bir günbütün duyumlara, anlamlara açık olabilecek şiirsel bir söz bulmakla övündüm. (…) Bir incelemeydi başlangıçta bu. Sessizlikleri, geceleri yazıyordum, sözle anlatılmayanları not ediyordum. Saptıyordum baş dönmelerini. (…) Söz simyamda şiirsel eskiliğin hayli yeri vardı. Yalın sanrıya alıştım; düpedüz, fabrika yerine cami, meleklerce yapılmış bir tamburlar okulu, gökyüzünün yollarında atlı arabalar, bir gölün dibinde salon; canavarlar, gizemler görüyordum; (…) Sonra büyülü kuşkuculuğumu sözcüklerin sanrısıyla açıkladım, usumun dağınıklığını kutsal bularak bitirdim.(…)”
Verlaine Illuminations’a yazdığı önsözde Rimbaud’dan söz ederken “çok büyük bir şair, kesenkes özgün, tadı benzersiz, çok büyük bir dilci” der. Paul Claudel de Fransız dilinin Rimbaud’yla en yüksek noktaya ulaştığını söyler. Rimbaud’nun şiirinde dilin önemi pek büyüktür, “ruha ruh olacaktır bu dil; koku, ses, renk diye ne varsa düşüncede hepsini özetleyecektir”. Demek ki söz, duyular arası bir iletişim aracıdır, yalnızca düşünceyi değil, koku, ses, renk, tüm duyuları iletir. Baudelaire’in Correspondances sonesindeki şu dizeleri anımsayalım:
“O derin birlik içinde, sesler, kokular, renk / Uzaktan uzağa karışan yankılara denk / Birbirlerini işte böyle yanıtlamakta”.
Bütün duyulara açık olabilecek “şiirsel söz” için ozan sesli harflerin rengini bulur, sessiz harflerin biçimini ve devinimini düzenler.Sanrı içindeki Rimbaud duyuların alışılmış düzenini bir kez bilinçli bir şekilde bozunca artık organik, inorganik, canlı, cansız, doğadaki tüm varlıklarla, bitkilerle, hayvanlarla, madenlerle, taşlarla, hatta görüntülerle bile bütünleşiyor. Tüm varlıklar sanki onun öteki yaşamlarıdır, canlıdır, devinim, içindedir, konuşurlar:
“Durdu bir tavşan evliya otlarında (…) ve dua etti ebemkuşağına. Oy! Gizlenen değerli taşlar, -bakıp duran çiçekler. (…) O zamandan beri ay işitti çakalları kekik çöllerinde uluyan. (…) Yürüdüm uyararak canlı ve ılık solukları; ve değerli taşlar baktı, ve gürültüsüz kalktı kanatlar. Serin ve körpe aydınlıklarla dolmaya başlayan keçi yolunda ilk tanışmam bana adını söyleyen bir çiçekle oldu.(…) Çocuk ve şafak ağacın eteğine attı kendini. Uyandıklarında öğlendi.”
Rimbaud sanrıların sözcükleriyle yazar. Aksi taktirde düşüncede, kavramda özgür olamazdı. Rimbaud’nun şiir dilini zaten kavramların kendisi, şiirin yapısı getiriyor. Nasıl düşlerde bir nesne biçim değiştirip başka bir nesne olarak kendini ortaya koyuyorsa, bilinçaltı, bilinç üstü ve bilincin ortaklaşa ürünü olan Rimbaud şiirinde de sözcükler simgeler halinde kendiliğinden geliyor. Yeni bir dil yaratmayagerek yok. Düş, sanrı, düşsel görüntü (vision) kendi dilini birlikte getiriyor.
Görülmezi Gören Yalvaç: “Voyant”
“Ozan olmak istiyorum ve kendimi görülmezi gören bir yalvaç (voyant) kılmak istiyorum. (…) Tüm duyuların bozulmasıyla (dereglement) bilinmeze erişmek söz konusu burada” diyor. Ne zaman bozulur duyular? Delilik halinde, rüyada; bir tür gündüz rüyası, gözü açık rüya sayılabilecek hayal kurma anında ve esriklikte. Delilikte bilinç yoktur; rüya, hayal ve esrilikte ise bulanıktır. Sigmund Freud’u dinleyelim:
“Rüyayı uyandığımızda kalan bölük pörçük anılarla anımsıyoruz. Anımsayabildiğimiz bu kısma ‘rüyanın bilinen kapsamı’ diyoruz. Bilinen kapsam çoğu zaman saçma, karışık, birbiriyle ilgisiz ve düzensizdir. Oysa bu düzensizliklerin altında bir düzen vardır. Birbirlerinden kopuk gibi görünen şeyler bir bütünün, ruhsal yaşantımızın parçalarıdır. Rüyayı belleğimizde kalan kısımlarının anlamını hesaba katmaksızın elemanlarına ayırırsak benzerlik iplikleri birbirine dolaşır ama sonunda bizi birbirleriyle ilişkili bir düşünceler bağlantısına götürür.” Freud hayal, yani gündüz düşü üstüne de şunları söyler:
“Hayal üç zaman arasında dalgalanır. Ruhsal eylem günün bir izleniminden, şimdiki zamanın sunduğu, kişinin büyük özlemlerinden birini uyarmaya elverişli bir olanaktan kalkar, oradan geçmişteki bir olaya, çoğunlukla bir özlemin gerçekleştirilmiş olduğu çocukluk döneminin bir olayına uzanır ve o zaman, ruhsal eylem, geçmişle ilişkili ve geçmişteki bir arzunun gerçekleşme biçimi altında ortaya çıkan bir durum oluşturur. Halihazırdaki olanak ve anının izlerini taşıyan uyanık düş ya da hayal böyle meydana gelir ve geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman, arzu teli boyunca sıralanır. (…) Şair, gündüz rüya görendir, şiir gündüz rüyasıdır.”
Rüya ya da hayal halini, yani duyuların düzensizliğini Rimbaud, birtür açık hipnoz olan sanrı (hallucination) ile gerçekleştirir. Paul Claudel’e göre sanrı haline kişinin ve anılarının henüz tam anlamıyla ve aynı zamanda uyanmadığı sabahın erken saatlerinde (Bu uyanık olduğum dakikadır bana arınmışlığın görüntüsünü veren – Rimbaud.) ve uzun yürüyüşlerde varılır. Rimbaud’nun ülkeler arası yayan yolculuklar yapan “rakipsiz bacakları” olduğunu biliyoruz.
Yalvaç(voyant) Rimbaud bilinmeyeni bulmak için duyuları bozar, ama bu bozma bilinçli olmalıdır. “Tüm duyuları uzun süre, sonsuzca ve bilinçle bozup değiştirerek kendini yalvaç, görülmezi gören kılar ozan”. Bilinmeyene ulaşmak için zaman zaman afyona başvurduğu olur, ancak afyonun sanrılarına rağbet etmez: “Yeter!.. Kulağıma fısıldanan yanılgılar, büyüler, yalancı kokular, çocuk çağlar müziği”.
Afyonun yalancı sanrısına Barbar şiirinde de “yok onlar” diyerek karşı çıkar: “Kanayan et çadırı ipeği üstünde denizlerin ve kuzey çiçeklerinin; (yok onlar).”
Kısacası nasıl rüyadaki düzensizliğin, uyum bozukluğunun altında bir düzen varsa; Rimbaud da bir başka düzene, bilinmeyene ulaşmak için düzensizliği, duyulardaki bozukluğu bilinçli bir şekilde sağlar.
Zaman ve Mekan
Tıpkı gündüz rüyası olan hayallerdeki gibi geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman arzu teli boyunca sıralanır. Değişik zamanlar kadar, değişik mekanlar da birbiri üstüne biner. Bu Mevsim Yüzme Havuzu şiirinde havuzda yıkananlar, İsa’nın kutsadığı yoksullara, sakatlara dönüşür. Deniz burnundaki bir otel (Burun)ya da eski bir yapı onu alıp Kartaca’ya götürür. Barbar (Yıkıcı) şiirinde çadırlarda yaşayan atalarının yanındadır. Kötü Kan’da da aynı özlemi dile getirir. Kentler II’de zamanın Londra’sı eski Londra ile kaynaşır. Teker İzleri ve Sahneler çocukluk günleridir, çadır tiyatrolarında gördüğü oyunlardır. Eski’de şimdiki zamanla gelecek zaman birleşir, özgür yaşam gerçekleşir: “Gezin gece, o kalçanı, o ikinci kalçanı ve sol baldırını oynatıp tatlı tatlı”. Krallık şiirinde bir düş gerçek olur, bilinçaltı ve bilinç bir araya gelerek şimdiki zamanla gelecek zamanı çakıştırır: “(…) bir erkekle bir kadın bağırıyorlardı meydanda: ‘Dostlarım ece olsun bu kadın!’, ‘Ece olmak istiyorum!’ (…) bütün bir sabah (…) bütün bir öğlen sonrası gerçekten kral oldular”.
Biçim
Paul Demeny’ye yazdığı mektupta şairden söz ederken “öteler’den getirdiği şeyin biçimi varsa o da bir biçim sunacaktır, biçimi yoksa o da biçimsiz verecektir” diyor. Şunu anlıyoruz: Şiirde biçim ille de klasik biçim değildir. Her şiir ya da her söz kendi biçimini beraberinde getirir. Söz ya da dize klasik “forme” ulaşacak durumdaysa onu bir çerçeve içinde tutsak etmemek gerekir. Rimbaud’nun sözünü ettiği “biçimsizlik” gerçek anlamda şiirin ya da sözün kendi getirdiği yeni biçimdir, Illuminations’daki şiirler gibi.
Rimbaud Dizeler’inde, yani ilk şiirlerinde eski biçimleri dener. Dizeler giderek özgürleşir, örneğin Mayıs Sürgünleri’nde uyağı tümüyle atar, bazı şiirlerinde anlamı feda etmemek için ölçüyü de aksatır. Gemicilik ve Devinim’i ise tümüyle özgür dizelerle yazar. Rimbaud’ya serbest şiirin kurucusu diyebiliriz. Cehennemde Bir Mevsim ve Illuminations’taki yapıtlar ise uyakların içe atıldığı düz yazılmış şiirlerdir.
İçerik
Rimbaud, “eski ve günümüz şiiri eyleme tempo tutuyor, gelecek yıllar materyalist bir çağa ait, şair bir yurttaş olduğuna göre şiir eylemin önünde gitmeli” diyor ama şiirinin içeriği eyleme öncülük etmiyor. Belki de yanıp sönen bir Komün ayaklanmasının coşkusu bu. Rimbaud’nun “kesenkes özgün, çok büyükbir şair, çok büyük bir dilci” olduğuna ilk dikkat çeken Paul Verlaine “Illuminations”daki önsözünde, bu düz yazılmış şiirlerin bir konusu, konu birliği olmadığını, en azından kendisinin böyle bir bütünlük bulamadığını yazar.
Freud’un şu tümcelerini bir kez daha aktaralım: “Hayal üç zaman arasında dalgalanr. Ruhsal eylem günün bir izleniminden, şimdiki zamanın sunduğu, kişinin büyük özlemlerinden birini uyarmaya elverişli bir olanaktan kalkar, oradan geçmişteki bir olaya, çoğunlukla bir özlemin gerçekleştirilmiş olduğu çocukluk döneminin bir olayına uzanır…”
Rimbaud daha çok, bu özlemin gerçekleştirilmiş ya da gerçekleştirilmemiş olduğu çocukluk dönemini yazdı. Ne diyor Tristan Tzara:”Rimbaud, kendini kendi koşuluna karşıt araçlarla anlatan bir çocukluktur”.
Teknik Terimler
Rimbaud romantik, soyut sözcüklerden oluşan şiire teknik terimleri, bayındırlığı, geometriyi soktu:
“Köprüler, kimi düz, kimi tümsekli, baştakiler üstüne açılarla inen ya da yana yatmış ötekiler”,
“Çatısı çelikle örülmüş on beş bin ayak çapındaki bir sanat yapısı bu kümbet.”,
“Fundalığın akıntıları /Çemberler dizip doğuya doğru / Akıyor açısına ışık burgaçları çarpmış / Dalgakıran’ın yan yüzlerine doğru. (…) Acunun ülke açıcıları bunlar / Arayan kimyasal ve kişisel serveti / Spor ve rahatlık yolculuk ediyor onlarla / Bu gemide götürüyorlar / Eğitimini soyların, sınıfların ve hayvanların”.
Özgür Dize
Hugo özgür dize konusunda bazı denemeler yapıyordu: “Oğlum para kesemi doldur, / Vur / Eyeri, atımı hazırla, / Fırla.” Ancak bunlar daha çok akrobasi oyunlarıydı. Rimbaud özgür dize serüvenine önce bazı şiirlerindeki bazı hecelerin sayısını bile bozarak başladı. Mayıs Sürgünleri’nde uyağı attı, tüm şiiri uyaksız yaptı. Denizcilik tam bir özgür dize örneğidir. Illuminations ve Cehennemde Bir Mevsim’de ise dizeden tümceye geçti, ancak tümcelere iç uyaklar koydu.
Bilinmeyen
Izambard’a mektubunda “tüm duyuların düzenini bozarak bilinmez’e erişmek söz konusu” diyor. Demeny’ye yazdığı mektuba bakalım: “Her söz zaten düşünce olduğundan evrensel bir dil de yaratılacak. (…) Ruha ruh olacak bu dil, düşüncede; koku, ses, renk diye ne varsa hepsini özümleyecek.(…) Demek ki şair, hayvanlardan bile sorumlu.” Sözün Simyası’na da bir göz atalım: “İmreniyordum hayvanların mutluluğuna. (…) Her yaratıkta, varlığını o yaratığa borçlu başka yaşamlar var gibi geldi bana, bir domuzu böylece sever oldum.”
Şimdi bazı şiirlerini yeniden görelim Rimbaud’nun:
“Durdu evliyaotları ve devinen çançiçekleri arasında bir tavşan (…) dua etti ebem kuşağına (…) değerli taşlar gizleniyor, çiçekler bakıyordu.”
“Sınırından ormanın çınlıyor, patlıyor, ışıyor düş çiçekleri (…) inen bir kilise, çıkan bir göl var.”
“Serin ve körpe aydınlıklarla dolmaya başlayan keçi yolunda, ilk tanışmam bana adını söyleyen bir çiçekle oldu. Çamlar arasında saçlarını dağıtan sarışın çağlayana gülümsedim.”
Bilinmeyene nasıl varılacak?
Izambard’a yazdığı mektupta “Tüm duygu ve anlamların bilinçli bir şekilde bozulup değiştirilmesiyle bilinmeze erişmek söz konusu burada” diyordu. Sözün Simyası’ndaki bazı dizeler tanıma biraz daha açıklık getiriyor:
“Yalın sanrıya alıştım: Düpedüz, fabrika yerine cami, meleklerce yapılmış bir tamburlar okulu, gökyüzünün yollarında atlı arabalar, bir gölün dibinde salon; canavarlar, gizemler görüyordum…”
Sanırım Bilinmeyen’e Rimbaud sanrıyla, hayalle ve düşle ulaşmaya çalıştı. Tüm duygu ve anlamlar değiştirilip bozulacak, ama bunlar bilerek yapılacak. Nitekim zaman zaman bilinmeyene ulaşmak için alkol ve afyona başvurduğu olur, ama bunun yanıltıcı bir görüntü olduğunu anlayıp deneyiminden vazgeçer. Örneğin Cehennem Gecesi şiirine afyon yutarak başlar, ancak bilinçaltının afyonla uyarılmasına, afyonun düş ve sanrılarına rağbet etmez. “Okkalı bir ağu yuttum. – Üç kez cennetlik olsun bana ulaşmış öğüt! – İçim yanıyor. Buruyor kollarımı, bacaklarımı ağunun şiddeti, biçimsizleştiriyor, yere vuruyor beni. (…) Görür gibi olmuştum, iyiye ve mutluluğa dönüşümü, esenliği. Betimleyebilir miyim hayali? Cehennemin havası hiç sevmez ilahileri. Milyonlarca çekici yaratıklardı onlar, tatlı tinsel bir konser, güç ve barış, soylu tutkular, bunlar gibi bir şeyler? (…) – Yeter! Kulağıma fısıldanan yanılgılar, büyüler, yalancı kokular, çocuk çağlar müziği. (…)” der.
Rimbaud afyonun yarattığı yalancı sanrıya, sayıklamaya, yalancı görüntü ve yalan düşe Yıkıcı (Barbar) şiirinde de, “yok onlar” diyerek karşı çıkar: “Kanayan et çadırı ipeği üstünde denizlerin ve kuzey çiçeklerinin (yok onlar)…”Demek ki, esriklikle, düşlerle, afyonla bile bilinmeyene varmak zor. Geride tek sanrılarla en iyi uyum kuran sözcüklerin büyüsü kalıyor. Bu büyüyü, aslında Rimbaud’dan önce Nerval ve Baudelaire de araştırmıştı. Kitap kurdu Rimbaud’nun Nerval’den hiç söz etmemesi çok ilginç. Oysa, daha yıllar önce Nerval, Yaldızlı Dizeler sonesinde bilinmeyenin kapısını açacak anahtarı veriyordu:
İnsan özgür düşünür, sen misin tek düşünen
Yaşamın her nesnede can bulduğu dünyada
Elindeki güçlerde özgürlüğün var ama
Verdiğin öğütlerin tümünden başka Evren.
Her çiçek aynı ruhtur doğada filizlenen
Saygı duy hayvandaki devinip duran ruha
Her şey duyarlı, her şey senden güçlüdür daha
Bir aşk gizemi vardır her madende dinlenen.
Bir göz seni izliyor kör bir duvarda bile
Unutma, madde varsa ona bağlı söz de var
Kullanma nesneleri hoyrat bir amaç ile
Her karanlık varlıkta gizli bir tanrı yaşar
Ki O’nun gözlerinden yeni bir göz doğuyor
Her taşın kabuğunda saf bir ruh çoğalıyor.
Şairi “voyant” (bilici) kılmak ve bilinmeye ulaşmak Baudelaire’in de tutkusu. Rimbaud şiir dilinden söz ederken “ruha ruh olacak bu dil; koku, ses, renk, ne varsa düşüncede hepsini özetleyecektir” diyor. Nerval gibi Baudelaire de bilinmeyene, koku, ses ve rengi yansıtan, özetleyen sözcükler büyüsüyle ulaşmak ister, İletişim sonesinde. şunları yazar:
Bir tapınaktır Doğa, direklerinden akan
Anlaşılması güç, karışık sesler duyulur
Ve kişi, tanıdık gözleriyle ona bakan
Simge ormanlarından geçip yola koyulur.
Aydınlık gibi geniş ve gece gibi kara
O derin birlik içinde, sesler, kokular, renk,
Uzaktan uzağa karışan yankılara denk
Birbirlerini işte böyle yanıtlamakta.
Rimbaud, bilinmeyene götüren büyük formülü Nerval’den ve “Şairlerin Tanrısı” dediği Baudelaire’den mi alıyor?
Öyle de olsa, Illuminations ve Cehennemde Bir Mevsim’le kendinden önceki ozanların çoğunu aşıp, en büyük çağdaşlarından daha bir öncelik ve güvenle, hem çağının hem de gelecek kuşakların şiirine damgasını vuruyor.
Editörün Notu: Arthur Rimbaud – Cehennemde Bir Mevsim – Aydınlanışlar kitabından alıntıdır.