Çiçeği burnunda yayınevi Antares yeni aya Suçun Altın Devri ile merhaba dedi. Gökcan Şahin’in kitabı ismiyle zaten hemen içine alıyor insanı. Gökcan Şahin 2014’te Gio Ödülleri’nde kısa hikâyesiyle başarı ödülü kazandı ve bir seçkide raflarda yerini aldı. Şahin’in ikinci çalışması Yüksek Doz Gelecek ve Yeryüzü Müzesi’nde raflara girdi. Suçun Altın Devri Şahin’in ilk romanı. Polisiye Şahin’in genlerinde var gibi görünüyor. Yaptığımız röportajı okuyun hak vereceksiniz…
Kendinizden ve edebiyat serüveninizden bahseder misiniz?
1988’de dünyaya geldim, dolayısıyla çocukluğu ve ilk gençliği sokak kültüründen dijitalleşmeye geçişe denk gelen nesildenim. Uslu, çalışkan, içedönük ve bol hayal kuran bir çocuktum. Gerçekliği pek sevmez, kendi dünyalarımı yaratırdım. Galiba gerçekliğin de benimle çok arası yoktu. Kitapların büyüsüne Tübitak Yayınları’ndan çıkan B. B. Calhoun’un Dinozor Dedektifi serisiyle kapıldığımı hatırlıyorum. Fenton adında zeki ve dinozor aşığı bir çocuk, fosilbilimci babasının ortaya çıkardığı fosillerle ilgili bilmeceleri çözüyordu ve polisiye tarzıyla yazılmış bu bilim soslu kitaplar o kadar hoşuma gitmişti ki altıncı sınıftayken ben de benzer bir roman yazmaya başlamıştım. O kitap hiçbir zaman tamamlanmadı gerçi.
Edebiyat serüvenimin ikinci dönüm noktası, Orkun Uçar’ın kurduğu Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü’ne katılmam oldu. 2007 senesiydi ve öykülerimizi kulübün forumunda paylaşıp yorumlar alıyorduk. E-dergiler, e-kitaplar çıkarıp ücretsiz olarak sanal ortamda paylaşıyorduk. O kulüpten şimdi pek çok yazar çıktı ve yıllardır devam eden arkadaşlıklar doğdu. 2014’te Gio Ödülleri’nde bir kısa hikâyemle Başarı Ödülü kazanarak ilk kez bir seçkiyle raflarda yer buldum. Sonrasında Yüksek Doz Gelecek ve Yeryüzü Müzesi gibi bilimkurgu seçkilerine katıldım ve son olarak da Antares Yayınları’dan yayımlanan Suçun Altın Devri ile ilk romanıma kavuştum. Sonuç olarak ilerlemem hep adım adım, yavaş yavaş gerçekleşti. Bu esnada Elektronik ve Haberleşme mühendisliğini okumuş, bir bankanın Bilgi Teknolojileri Bölümü’nde çalışmaya başlamıştım. Hâlâ bu işimi de sürdürüyorum.
Bir yandan son derece yoğun bir alan olan bankacılık sektöründe çalışırken bir yandan yazarlık yapmak nasıl bir şey? Zorlayıcı değil mi?
Ülkemizde ne yazık ki sadece yazarlık yaparak geçinmek birkaç istisna dışında mümkün değil. Dolayısıyla birçok yazar düzenli gelir getiren bir işte de çalışıyor. Ne var ki bu durum benim için o kadar zor değil. Bunun birkaç farklı sebebi var. Öncelikle ben çok rahat yazabilen biriyim. Yazarlık tıkanmaları, fikir bulamamalar, bıkkınlıklar -en azından şu ana kadar- benim için söz konusu olmadı. Öğle arasında ya da akşamları yazabiliyor, gece uyurken bir anda aklıma gelen bir fikirle kalkıp bilgisayar başına geçebiliyorum. Hatta yolda yürürken cep telefonuma bile yazdığım oldu. İşyerindeki arkadaşlarım da son derece destekleyici bir tavır sergiliyorlar. Fikirlerimi hemen paylaşabildiğim, ilk taslaklarımı dahi hevesle okuyan, iş arkadaşından ziyade dost olarak gördüğüm insanlar var. Ayrıca tek başına yaşayan, asosyal bir adam olmanın faydasını da görüyorum.
Suçun Altın Devri ile Türkçede çok nadir görebileceğimiz -belki de hiç yapılmamış- bir işe kalkışıyor ve polisiye ile bilimkurguyu harmanlıyorsunuz. Yakın gelecekte geçen bir İstanbul distopyası sunuyorsunuz. Bunu yapmak nereden aklınıza geldi?
Sherlock Holmes, Hercules Poirot gibi karakterler barındıran klasik polisiyelerde, henüz teknolojinin suç tespitinde kullanılamadığı dönemler anlatılır ve o dönemlerde ipucu bulmak çok daha zordur. Kahramanlar kamera kayıtlarına ya da DNA örneklerine değil, gözlemlerine ve zekâlarına güvenmek durumundadır. Bu atmosferi çok seviyorum ve günümüzde geçecek bir polisiyede bunun yakalanmasının zor olduğunu düşünüyordum. Acaba bir şekilde bu havayı günümüze taşıyabilir miyim diye kafa yorduğumda, aklıma bu teknolojik zımbırtıların hiçbir anlam ifade etmediği bir dünya tasarlamak geldi. Bunun için de en mantıklı yöntemin ‘deepfake’in aşırı gelişmesiyle birlikte gerçek delillerle sahte bulguların birbirinden ayırt edilememesi olduğunu düşündüm. Bu fikir kafama dank edince gerisi çorap söküğü gibi geldi. Yani aslında kitabı düşünürken, bizim edebiyatımız için yeni bir tür yaratmak yoktu aklımda. O bir sonuç oldu.
Kitapta, bu distopik geleceğin hem sağlık sektöründeki varlıklı bir aileye hem de fakir bir restoran kuryesine etkilerini gösteriyor, yaşanabilecek felaketlerin her kesime etkisine değinmiş oluyorsunuz. Bu bilinçli bir tercih miydi? Son zamanlarda popüler olan “Bir Başkadır” dizisi de bu yoldan ilerleyerek yankı uyandırdı malum.
Büyük toplumsal olayların, sınıf, zümre fark etmeden herkese etkileri var ve eğer böyle devasa bir değişimden bahsediyorsanız herkese değinmek şart gibi geliyor bana. Koronavirüs krizini görüyoruz. Medeniyetimizin zirvesinde olmamıza rağmen etkilemediği hiçbir şey yok. Görece hafif sayılabilecek bir virüsün dahi baştan aşağı tüm dünyayı değiştirme potansiyeli olduğunu gördük. En fakirinden en zenginine. Suçun Altın Devri’nde, özellikle tüm sınıfları ayrıntılarıyla göstermek gibi bir derdim olmadı ama hikâyenin gelişimi biraz bu yöne gitmiş olabilir. Eğer Türkiye’de geçen bir hikâye anlatıyorsanız zaten biraz mecbursunuz. Çok karmaşık ve girift bir toplumsal yapımız var ve iç içe geçmiş
durumdayız aslında.
Kitabın kısa olması ve dur durak bilmeyen bir akışla ilerlemesi, belki bazı okurlar için tatmin edici olmayabilir. Böyle yorumlar alıyor musunuz?
Suçun Altın Devri’nin roman formatına tam uymadığına, belki dizi olarak çekilebileceğine ya da çizgi roman olarak sunulabileceğine dair yorumlar aldım aslında. Ama genel olarak okurlar bu akıcılığı sevdiler. Bir oturuşta bitirip “vay be” diyerek kitabın başından kalktıklarını söyleyen çok kişi oldu. Yine de kısa ve hızlı işlenmiş olduğuna dair sitemli geri dönüşlere de hak veriyorum. Benim de böyle hissettiğim kitaplar oluyor. Gerçi doymadığım kitapları baştan okumak da son derece eğlenceli olabiliyor. Arka arkaya birbiriyle çelişen cümleler oldu, evet. Okurun takdiri deyip işin içinden çıkayım
en iyisi.
Suçun Altın Devri’nin devamı gelecek mi?
Direkt bu kitabın devamı olmasa da Başkomiser Kubilay Arıca’nın başka maceraları gelecek. Aslında Paradigma Polisiye Yayınları’ndan çıkan “Bugün Kendini Nasıl Hissediyorsun?” seçkisinde bir Kubilay Arıca öyküsü var. Çok daha kısa bir hikâye ama dileyenler göz atabilir. Gelecekte de hem öykü hem roman formatında yeni polisiye-bilimkurgular yazmayı planlıyorum. Bu tarzı çok sevdim ve devam edeceğim.
Peki siz neleri okumayı seviyorsunuz? Önereceğiniz kitaplar var mı?
Sanırım okuduğum en iyi şey Asimov’un Vakıf evreni. Issız bir adaya düşsem yanıma o seriyi alırdım. Son dönemde okuduklarım arasında Arthur C. Clarke’ın “Çocukluğun Sonu” kitabı en beğendiğim kitap oldu. Stephen King’in 22/11/63’ünü de öneririm, kitabı da dizisi de muhteşemdi. Yerli olarak ise bence Saygın Ersin’in eserleri mutlaka denenmeli. Klasiklerden en sevdiklerim Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi romanıyla Jack London’ın Adem’den Önce’si.
Bu arada şunu söyleyeyim: Kitap okumak herkes için özel bir deneyim ve okurken bulunulan ruh hali dahi kitapla ilgili hislerinizi değiştirebiliyor. Bunlar, sorulduğunda ilk aklıma gelen muhteşem kitaplar oldu. Elbette daha onlarcası sayılabilir.