George Clooney’nin “Distopik Masalı” ‘The Midnight Sky’ı aşağıdaki👇 yazımızda anlatmıştık.
George Clooney’nin Distopik Masalı ‘The Midnight Sky’ Oscar Alabilir
Evet aynen “Distopik Masal” dedik öyle de çıktı. Film Netflix’e düştü. Ve tabi kıyamet filmleri hayranı olarak açıp izledim. Kıyameti göremedik ama masalı gördük açıkçası filmde.
Öncelikle filmle ilgili “uzay filmi olarak geçmesine rağmen uzay yok” eleştirilerine katılmıyorum. Filmde bol bol uzay ve uzay gemisi görüyoruz. Hatta öyle çok görüyoruz ki koca geminin bütün dış ayrıntılarını öğrendik. İçerden de bir iki yeri inceledik.
Netflix, 100 milyon dolara yaklaşan bir bütçeyle, distopik bir bilim kurgu uzay gerilimi “The Midnight Sky” ile bugüne kadarki en iddialı yönetmenlik görevini üstlenmesi için Clooney’e başvurmuştu. Başrol oynamanın yanı sıra ciddi görsel efektlerle ilk kez mücadele etmesi gerekecekti. Etmiş de. Görsel efektler bekleneni verdi. Senaryoda olanı yani.
Filmin post prodüksiyonu pandemi sırasında yapıldı. Bol bol vakit vardı yani. Dediğimiz gibi senaryoda yani hikayede olanı vermişler post prodüksiyonda. Olmayanı verememişler.
Yabancı eleştirmenlerden bazılarının Oskar adayı oldu bile film. Dolayısıyla biz de o gözle inceledik. Filmde bilimkurgu namına bir şey göremedik ne yazık ki sadece uzay gemisi koymakla olmuyor ne yazık ki bu işler.
Filmde dünyaya bir şey olmuş oluyor ama ne olduğunu bilemiyoruz. Öyle çok film çekiyorlar artık; burada bir şeyler oldu eskiden ama şimdi böyle tarzında ama insan Clooney’den beklemiyor. Dedik ya film masal tadında.
Bir çocuk bir bilim adamı bir uzay gemisi ve içinde birkaç insan. Filmin özeti bu. Oyuncu sayısıyla ölçmüyoruz elbette filmi öyle olsa Tom Hanks’in Müthiş filmi Cast Away’i nasıl değerlendirecektik. Zira orada Hanks filmin çoğunda bir adada tek başına. The Martian filmini de Matt Damon tek başına götürüyor.
Clooney’in daha fazla hakkını yemeyelim elbette önce kötülerini yazdık biraz da iyi şeylerden bahsedelim filmde şaşırtıcı sahneler de yok deği. Spoiler kaçınmak için anlatmayacağım lakin filmde daha önce hiçbir uzay gemisinde yaşanmayan bir olay yaşanıyordu izleyince görür ve anlarsınız hangi sahneden bahsettiğimi. Aslında yaşanmamış olan olay değil sonrası. Her neyse izleyince anlarsınız.
Clooney, küresel bir nükleer felaketten sağ kurtulduktan sonra Kuzey Kutbu laboratuvarında tek başına kalan kanserli bir bilim adamını oynamak için gür gri bir sakal bırakmış. Bu arada dünyada nükleer felaket olduğunu tanıtımlardan öğreniyoruz onun da altını çizelim. Neyse Clooney 25 kilo vermiş film için; dolayısıyla bir hayli yaşlı görünüyor. Bunu eksik ya da kötü bir şey olarak söylemiyorum. Rolünün hakkını vermiş.
Filmde Clooney’e eşlik eden sessiz küçük kızla Vincent Van Gogh’a gönderme yapılmasını sevdim. Kız konuşmuyor hiç, Iris çiziyor ve adını oradan öğreniyoruz. Malumunuz Van Gogh en ünlü eserlerinden biri benim de çok sevdiğim Irislerdir. Tatlı bir ayrıntı olmuş. Kapaktaki fotoğraf o sahneden.
Tabi bunalımlı bilim insanımızın geçmişine dönüşler filmin masal tadını artırmış. Ve bir klişeye sığınmadan da edememişler. Olsun. Bütün klişler daha önce çekilmişse Clooney ne yapsın.
Filmin psikolojik etkisi yok diyemem; dünyadaki ve evrendeki yalnızlık hissiniz çok güzel vermişler. Bunda Clooney’in payı büyük oyuncu olarak da.
Filmde David Oyelowo ve Felicity Jones’un karı koca olduğuna dair hiçbir emare yok o da tanıtımlarda var sadece. Olmalı mı? Yönetmen elbette istediği gibi anlatır bize mi soracak. Öyle vermek istemiş vermiş. Biz de ancak kendimize göre değerlendiriyoruz işte.
Saatte 50 mil hızla esen rüzgarlar gerçek olduğunu bildiğimden emeğe saygı diyerek filme haddim olmayarak 7 üzerinden 6 veriyorum. pandemi döneminde bütün stüdyolar yönetmenler oyuncular tatildeyken Clooney çalıştı ve karantinalı günlerimize yeni bir bakış açısı kattı. Ellerine sağlık.