Klasik müziğin devlerinden Gustav Mahler, geç-romantizm ile modernizm arasındaki dönemin en büyük bestecisi kabul edilir.
51 yıllık yaşamında (7 Temmuz 1860, Bohemya – 18 Mayıs 1911, Viyana) besteci ve orkestra şefi olarak ardında bıraktıklarına bakılırsa bunun nedeni daha iyi anlaşılır.
Sonuncusu yarım kalan, ömrünün bitirmesine izin vermediği 10 senfonisiyle Mahler, döneminin çok ilerisinde görülür.
Ölümünün ardından 50 yıl kadar sanatsal anlamda görmezden gelinmesinin en önemli nedenlerinden biri de budur. Döneminde bir deha olduğu anlaşılsa ve büyük, önemli kitlelere sesini duyurmayı başarabilse de sonrasında bir sessizlikle karşılanmıştır müziği. Fakat daha sonra, 20’nci yüzyıl bestecilik tekniklerinin öncülerinden olduğu, Schöenberg ve Şostakoviç gibi bestecileri etkilediği genel bir kabul görmüştür.
Hayatının aşkı Alma
Böylesi büyük isimlerin sanatları kadar yaşamları da merak konusu olur. İş hatta merakın ötesinde dedikodulara, efsanelere, türedi hikâyelere kadar uzar. Mahler özelinde meselenin bu denli dallanıp budaklandığı söylenemez ama hayatının aşkı Alma ile yaşadıkları, birbirlerini çıldırtacak davranışları, genç yaşta çökmeye başlayan bedeni ve bozulan sağlığı yaşamında da ölümünün ardından da çok konuşuldu.
Demem o ki bu türden isimler, hiçbir zaman sadece sanatlarıyla kalmıyor insanların hayatlarında. Yaşamlarıyla da iz bırakmayı, kendilerinden -isteseler de istemeseler de- bahsettirmeyi bir şekilde başarıyorlar. Ölümünün üzerinden yüz yılı aşkın zaman geçmesine rağmen Mahler’in yaşamı üzerine bir roman yazılabilmesi de bunun en güzel göstergelerinden olsa gerek.
Yakın zaman önce okurla buluşan Robert Seethaler’ın romanı ‘Son Senfoni’den bahsediyorum. Roman, ünlü besteci Mahler’in yaşamını çıktığı son yolculuğu üzerinden anlatıyor ve duru fakat etkileyici üslubuyla okurunu, özellikle de konuya meraklı okuru daha ilk sayfasından içine alıyor.
“Sahnelerin dev ismi”
Mahler’i, ömrünün önemli bir dönemini ve özellikle son zamanlarını geçirdiği New York’tan Avrupa’ya giden bir geminin güvertesinden anlatmaya başlıyor Robert Seethaler. ‘Sahnelerin dev ismi’, ‘orkestraların efsanesi’, ‘müziğin dehası’ gibi pek çok nitelemeyle anılan Mahler artık elden ayaktan düşmüş bir hastadır. Eski haşmetli günlerinden eser yoktur. “Son zamanlarda sıklıkla onu başkaları taşıyor, yıkıyor, giydiriyor ve yatırıyordur.”
Ancak yine de zihni ve duyma yetisi yerindedir. Tam da bundan; müziğinde önemli bir yer tutan doğayı dinlemeye, hayatında önemli bir yer tutan anılarını ise düşünebilmeye devam ediyordur. Böyle bir ortamda ve ruh halinde Mahler’in zihninde hayatının gizli saklı yanlarına doğru bir yolculuk yapıyoruz roman boyunca.
Böylelikle Seethaler, bir geminin güvertesindeki Mahler’in zihninden geriye dönüşlerle oluşturduğu bu dünyada bir sanatçının, kendi geçmişiyle yüzleşmeye girişmiş bir sanatçının tüm acıları ve mutluluklarıyla, yükselişleri ve düşüşleriyle, kırgınlıkları ve kırdıklarıyla bir portresini ortaya çıkarıyor.
Ömür dökümü
Ortaya çıkana ‘portre’ dendi ama daha çok bir ömür dökümü bu. Mahler, ölümünden önce eteğindeki tüm taşları döküyor adeta ve kendiyle girdiği hesaplaşmada, önce kendine hesap vermek istiyor. Bununla birlikte çalışma şartlarından müziği nerelerde aradığına kadar kendisine dair merak edilen pek çok şey de kurgusal zeminde de olsa okurların karşısına çıkıyor.
“Nesnelere kulak vermeli, sonra da kıçının üzerine oturup çalışmalıydı insan” diyor romanın bir bölümünde örnekse Mahler. Saf yetenek olarak anılan birinin, çalışmanın ne kadar önemli olduğunu vurgulaması size de ilginç gelmiyor mu? Robert Seethaler, bir sanatçının ömür dökümünü, hayatının kırılma noktalarını kendi sanatıyla kuşatıyor kitapta. Derinlikli bir portreyi, duru bir romana çeviren de tam olarak bu işte.
Robert Seethaler
Çeviren: Regaip Minareci
Timaş Yayınları, 2021
128 sayfa, 20 TL.