Bilimkurgu yazarları artık geleceği öngöremiyor mu?

Arthur C. Clarke, H.G. Wells ve Aldous Huxley kristal küreye bakmakta epey başarılıydı... indipendent'ten Steven Cutts, gelecek çoktan belirlendi mi yoksa şimdiki yazarlar hızlıca değişen dünyada bu yetenekten mahrum mu kaldı diye soruyor...


Çoğu kişi için bilimkurgu, ileri teknolojinin yer aldığı bir maceradan daha fazlasıyla ilgilidir. Geleceği öngörmeye yönelik bir çaba, hayatta bizi bekleyen risk ve mutlulukları tahmin etme yoludur. Yazılarının niteliği ve katmanlı anlatıların temposu bir yana, bir bilimkurgu yazarını yaşanacakları öngörebilme yeteneğiyle değerlendirmek mümkün. En azından bazıları bu konuda epey başarılıydı.

Geleceği öngörebilme konusunda iki tür bilimkurgu yazarı vardır. Aralarındaki en iyisi olma konusunda güvenilir bir aday olarak gösterilebilecek H.G. Wells başta olmak üzere ilk grubun çoğu Britanyalıydı. 20. yüzyılın ilk yıllarında Wells, filmlerin tepe tepe kullandığı bilimkurgu konseptlerinin neredeyse yarısını belirlemiş gibi görünen pek çok çığır açıcı romanın hakkından gelmişti.

Geçen yıl Aldous Huxley’nin başyapıtı Cesur Yeni Dünya’nın bir başka televizyon uyarlaması daha yayımlandı. Bu yeni ve tamamıyla Amerikan yapımın romana ne kadar sadık kaldığı tartışılır fakat kendinizi dizinin aşırı hırsına burun kıvırırken bulursanız, kaynak metnin 1931’de yazıldığını unutmamaya çalışın. Cesur Yeni Dünya, sadece 1984’ün yayımlanmasından değil, II. Dünya Savaşı’ndan da öncesine dayanıyor. Aslında Cesur Yeni Dünya’yı televizyona uyarlamaya yönelik herhangi bir girişime bakılırsa, yüzünüze tokat gibi çarpan en sert gerçek, oyuncu, sanat yönetmeni ve günümüz senaryo yazarlarının yapabileceği hiçbir şeyin orijinal konseptle boy ölçüşememesi.

Vizyonerler arasında Huxley sıradan değildi. Ürperticiydi. Aramızda bilim okuryazarlığına sahip kişiler için kitap kapağındaki tarih, baskı hatası gibi görünebilir. Zamanının 50 yıl ötesinde. Sanki bir kreşte dolanırken Londra Filarmonisi’nde baş keman çalabilecek üç yaşında bir çocuk bulmuşuz gibi. Huxley yalnızca 64 bin kelimede, film ve televizyon dünyasının hala sömürmeye devam ettiği yepyeni bir bilimkurgu dalı yarattı. Eton’da öğretmenken, sonradan George Orwell mahlasıyla yazacak Eric Arthur Blair adlı bir başka havalı çocuğu etkilemişti bile. Bu iki yazar kendi aralarında, distopik bilimkurgunun bugüne dek pek az kişinin meydan okumaya yeltendiği temel kurallarını belirleyecekti.

Ne var ki, Orwell genç yaşta öldü ve Huxley gibi çalışmaları birden fazla alanı kapsadı. En karanlık eseri 1984 bile bilimkurgu olduğu kadar edebi bir romandı da. II. Dünya Savaşı’ndan sonra basitçe hızlı teknolojik gelişmeler bekleyen ve bunun getirebileceği her şeyden heyecanlanan bir nesil yetişmişti.

Steve Jobs filminden bir kare.

Danny Boyle’ın Steve Jobs’ını izlerseniz, orada Arthur C. Clarke’ın bir televizyon ekibiyle sohbet ettiği ve geleceğe dair öngörüde bulunduğu, akılda kalıcı bir siyah beyaz giriş bölümü vardır. 1970’lerin başından alınan bu kesitte Clarke, hedefi on ikiden öylesine isabetli şekilde vurur ki sizi rahatsız eder. Clarke internet, e-posta ve taşınabilir cihazları başarılı şekilde öngörmüştü. Gençken bilgisayarlar ve telefon hatlarıyla ilgili konuşup durur, bir gün bunların nasıl birbirleriyle bağlantılı hale gelerek hayatımızı değiştirmemize imkan sağlayacağından bahsederdim. Etrafımdaki çocukların çoğu bu tarz şeylere inanmazdı. Milyonlarca kişinin evden dizüstü bilgisayarlarıyla çalışmayı tercih edebileceği fikri fazlasıyla uçuktu. Aslında ilk bakışta sanırım ben de bir vizyonerdim. Geriye dönüp baktığımda, aslında sadece 12 yaşımdayken Arthur C. Clarke’ın bir sürü kitabını okumuş ve söylediklerini hatırlamıştım.

Clarke her koşulda iyimserliği seçmiş bir adamdı. Fütürizm yalızca geleceği tahmin etmekle değil, başka konularla da alakalı. Birçok yazar için bilimkurgu, akıllarından çıkaramadıkları vahim bir kabusla ilgili ve dünyayı gelecekteki bir kötülüğe karşı uyarmak istiyorlar.

Birkaç yıl önce, güncel bir konunun geleceğiyle ilgili vurucu bir bilimkurgu vizyonu yazmak isteyen, koyu Katolik bir arkadaşım vardı. Roman, aşırı nüfus artışının dünyada kalan tüm doğal kaynakların tükenmesine neden olduğu ve kitlesel kıtlığın baş göstermesine ramak kalan bir geleceği konu edinecekti. Günah çıkarma sırasında hazırlıksız yakalanınca, kilisesindeki papaza tüm olay örgüsünü anlattı ve tahmin edileceği gibi üslerinden azar işitti. Katolik kilisesi uzun süredir geniş aileleri destekliyor ve kendi politikalarının insanlığı felakete sürükleyebileceğine ilişkin bir imayı asla kabul etmeyeceklerdi. Ben de mahlas kullanmasını ve rahiplere çalışmasından bahsetmemesini önerdim ama yeterli olmadı. Tanrı’nın gerçeği ortaya çıkarmayacağından emin olamadı ve birkaç gün sonra kendisini 150 bin kelimenin büyük bir bölümü için “hepsini seç” ve “sil” komutunu vermek zorunda kaldığı bir durumda buldu. Muhakkak yine bir şeyler yapıyor, Beyaz Saray’ı ele geçirmeye çalışan Ian Paisley (Kuzey İrlandalı politikacı) klonlarından oluşan bir orduyla ilgili yazıyordur.

Constable’ın resimlerinden biri.

Bu da enteresan çünkü bize bir yazarın geleceği öngörebilme kabiliyetini örseleyecek birçok farklı unsurun bulunduğunu hatırlatıyor. Bilimkurgu yazarının düşebileceği büyük hatalardan biri, güncel olanla saplantılı şekilde ilgilenmek. 1950’lerde atomik güç epey popülerdi ve neredeyse dünyadaki her bilimkurgu yazarı atomun enerji kaynağı olduğu bir geleceği tasavvur etti. Sonrasında çevreci politikalar yükselişe geçtiğinde atomu geri plana atıp, yerine nihayetinde ilerlemeden hiçbir hayır gelmeyeceğini savunan makine kırıcı görüşe ağırlık verdiler. Somut zenginliğimiz ne kadar artarsa artsın, yanında getirdiği duman ve toz sonunda bizi mahvedecek ve hepimiz gidip Constable’ın (18. yüzyılda yaşamış, natüralist manzara resimleriyle tanınan İngiliz ressam John Constable), bir yağlı boya tablosunda yaşamak için can atacağız. Daha sonraysa çekişmeye DNA katıldı ve DNA’ya referanslar dünyadaki neredeyse her bilimkurgu taslağında mantar gibi türemeye başladı. Bir süre sonra bunlar sıkıcı hale geldi ve bilimkurgu yazarları zamanında uzaklaştıkları yapay zeka ve katil robotlara geri dönmüş gibiydi. Katil robotlar beyazperdede aksiyon için ideal ve filmlere dair ürünlere yönelik de makul bir fırsat sunuyor. Şimdiki zamanın gelişi birçok açıdan bu yapay zekaya dönüşü kolaylaştırdı. Bilgisayarlar o kadar hızlı gelişiyor ki, çoğumuz neredeyse bir robot ayaklanması bekliyoruz ve yazarın da ayrıntılı tasvirlerle vakit kaybetmesine gerek kalmıyor.

Maalesef modern yazarların çoğu geleceğe bakmak için ne kadar çok çaba sarf etse de geçmişe bakıyor. Tamamıyla yeni ve kışkırtıcı bir bilimkurgu tasavvuru yaratmak onları aşıyor. H.G. Wells’in kesinlikle yeni ve orijinal olay örgüleriyle dolu yapıtları içinse durum farklı. Değişen şey yorum ve bu da cabası. Wells, Dünyalar Savaşı’nı yazmaya ilk koyulduğunda, kitap belki de sömürgeci fethin alegorisiydi. Ancak Hollywood 1950’lerde eseri ele aldığında, kitap derhal içimizdeki kızıllar ve Amerikan bilim insanlarının teknolojik üstünlüklerini kaybetmenin eşiğine gelmiş olabileceğine dair duyulan kitlesel kaygının alegorisine dönüştü.

Arhur C. Clarke

“Tüm silahlarımız etkisiz.” Öyle mi? Wells’in gelecek tasavvurunda silahlarımızın hepsi olmasa da çoğu her yeri fetheden Marslılara karşı mücadelede etkisiz kalmıştı. Başkaları için durum bundan daha da karanlık hale gelebilir. Bir noktaya kadar bu bana hep yazarın daha çok kişiliğiyle alakalıymış gibi geldi. Amerikan romancı Philip K. Dick için gelecek her zaman yarısı boş bir bardakken, Arhur C. Clarke gibi biri içinse daima yarısı dolu oldu. Huxley ve Orwell’ın bıraktığı yerden devam eden Clarke’ın gelecek tasavvuru genellikle iyimser. Arthur için yeterli seviyede gelişmiş herhangi bir teknolojinin, az gelişmiş bir toplumun gözünde büyüden farkı yoktu. Ancak Dick farklıydı. Dick temkinli olunmasını salık verir gibi görünüyor ve bu bazı açılardan muhtemelen okumayı daha zevkli kılıyordu. Kabul etmek gerekir ki, ana karakterinizin karşısında mücadele edecek bir şeye sahip olması lazımken dünyadaki bütün sorunlar halihazırda çözülmüşse, tüm gün neyle uğraşacak?

Bu yalnızca bilimle değil kurguyla da ilgili. Burada bazı kopyalardan kurtulmaya çalışıyoruz.

Dramanın bir çatışma üzerine kurulu olduğunu ve çatışmadan yoksun bir geleceğin hızlı tempolu bir aksiyon için pek de verimli olmayacağını unutmayın. Endişelenecek bir şeyler olmalı.

Endişe, birçok yazar için temel yazma motivasyonu gibi görünüyor. Yazarlardan bazıları üniversitede fen bilimleri bölümündekilerle hiç iyi geçinmemiş sanat bölümleri mezunuları. Diplomalarının iş bulmalarını sağlayamayacağını fark ettiklerinde, bilimin bugüne dek yaptıklarına çamur atarak ve fazlasıyla zekice tasarlanmış yeni bir cihaz topluma tanıtılır tanıtılmaz ölüm ve felaket tellallığı yaparak intikamlarını almaya karar verdiler.

Fritz Lang çığır açan bilimkurgu başyapıtı Metropolis’i çektiğinde, ilginç şekilde her ne kadar çoğunlukla yazı kartonları kullanılsa da (Metropolis sesli filmlerden önceye dayanıyor), o güne dek çekilen en pahalı film olmuştu. Gerçek bir vizyoner olan Lang, beyaz perdedeki insan görünümlü ilk robotu tasavvur etmeyi başarmış, hatta son sahneden önce robotunu kanlı canlı bir kadına dönüştürecek kadar ilerlemişti. Lang ve arkadaşları nasıl oldu da robotu bilinçli bir varlığa dönüştürmeyi akıl etti? Sanırım yararlanabileceği Pinokyo, Frankenstein ve muhtemelen diğer birçok kaynak mevcut fakat bu yine de zamanının ötesinde bir şey.

Ancak Metropolis, görsel bir araç olarak bilimkurguya ilişkin temel bir sorunu da açığa çıkarıyor. Şeylerin görsel boyutu konseptlerden çok daha çabuk eskiyor. 1950’lerden renkli tablolara baktığınızda, uzay boşluğunu keşfetmesi beklenen roketlere dair bir vizyon görebilir, sadece çizimlere şöylece bir bakıp neredeyse her seferinde eserin yapım tarihini tahmin edebilirsiniz. Sanat tasarımı ne kadar iyileşirse iyileşsin, şimdiki zamana dair tutkumuzdan kurtulmak imkansız.

Çoğunlukla geçmişte kalmış bir şey olduğunu düşündüğünüz için laf işitmeyecek olsanız bile, kölelik ve sınıf çatışması hala toplumsal bilincimizin bir parçası. Şüphesiz böyle bir şey gelecekte beklenmedik bir anda yeniden ortaya çıkacak, dolayısıyla Blade Runner gibi bir film izleyebiliriz. Filmin bilimsel açıdan gerçekten hiçbir mantıklı tarafı yok. Kendi halkını genetik olarak üretebilecek düzeyde ilerlemiş bir toplumun, organik bir işgücüne ve bunların getireceği bütün sorunlara ihtiyaç duyması pek mümkün değil. Neredeyse herhangi bir mevcut işi yapması için endüstriyel robotlar üretebilirler. Epey sayıda bilimkurgu romancısı, bunu düşünerek makine kırıcı görüşü seçip, zayıf ve istenmeyenlerin balo salonu çıkmaya zorlandığı ve kirli işleri yapmaları istendiği bir geleceği öngördü.

Gordon Gecko-Borsa ve Borsa: Para Asla Uyumaz filmlerinde Michael Douglas’ın canlandırdığı, Wall Street’te çalışan dolandırıcı bir broker.

Tekrarlıyorum, bunun olması pek mümkün değil. Şöyle bir düşünün. Çocukken, ilk kez Gordon Gecko’yu (Borsa ve Borsa: Para Asla Uyumaz filmlerinde Michael Douglas’ın canlandırdığı, Wall Street’te çalışan dolandırıcı bir broker) boş bir sahilde, 1980’lerin kocaman cep telefonlarından biriyle arkadaşını ararken görmüştüm. Bu cihazın, Gecko’nun servetini filmde kullanılan diğer tüm görsellerden daha iyi yansıttığını düşündüğümü hatırlıyorum. Cep telefonları o dönem yeni bir şeydi ve bazı açılardan aşırı zenginliğin yaygınca kabul gören göstergelerindendi. Şimdiyse Britanya’da kişi sayısından daha fazla cep telefonu var ve bir şekilde çoğumuz nazik konuşmalarda paçozluğun görsel motifine dönüşen bu aracı kullanmaktan imtina ediyoruz. Modern teknoloji doğası gereği erişilebilir hale geldi.

Bazen Stanley Kubrick ve Clarke gibiler bile yanılır. 2001: Uzay Yolu Macerası’nın dünyasında, HAL ikonik bir oyuncu. Astronot David Bowman, HAL’ı kapatmaya gittiğinde, elektrik devreleri geminin hacminin neredeyse yarısını kaplıyormuş gibi görünür. En nihayetinde o, zamanının 30 yıl sonrasına taşınmış yerçekimsiz bir ana bilgisayardır. 1960’ların sonlarında bilgisayarlar, genellikle uzaktaki geniş bir binayı kaplayan devasa nesnelere dönüşmüştü. Yazarlar ve set tasarımcıları, epey önemli ve tanrısal HAL karakterinin, bir insanın kıyafetinin göğüs cebine sığabileceği bir geleceği öngörememişti. Tıpkı bugün de sıkça yaşandığını düşündüğüm gibi, dönemin zihniyeti gelecek tasavvurlarına üstün gelmişti.

H.G. Wells gibiler öngörme konusunda başarılıydı. Brian Aldiss sonradan Wells’i Bilimkurgu’nun Shakespeare’i olarak tanımlar. Zamanında yaptıkları o kadar iyi ki, onu geçmek neredeyse imkansız. Asıl soruysa şu: Nasıl oldu da tüm bunları başardı? Çok akıllı olmalarının yanı sıra ünlü bilimkurgu yazarlarının önemli bir kısmı düzgün bir bilim eğitimi de almıştır. Arthur C. Clarke’ın Kings’s College London’da fizik bölümünü birincilikle bitirdiğini söylemek gerek. Huxley, Eton’da öğretmenlik yapmış, üvey erkek kardeşi de sonradan fizyoloji alanında Nobel Ödülü almıştı. Wells zorlu bir çocukluk geçirmesine ve çoğunlukla kendi kendini eğitmesine rağmen, Royal School of Science’ta biyoloji okumuştu.

Çağımızda, çalışmaları sonradan kuşağımızı etkileyen Michael Crichton, Harvard’da tıp okumuş ve öylesine güçlü bir fikir ortaya koymayı başarmıştı ki, bunu tekrar tekrar kullanabilmişti. Critchton modern bilimkurgu dünyasında makul derecede kayda değer bir etki yaratmış olsa bile Huxley, Wells ya da Clarke kadar iyi ya da orijinal olduğu iddiası fazla naif.

Her şey çoktan yapıldı mı? Yoksa şimdiki yazarlarımız yeteneksiz mi? Bir tür alternatif siyasi doğruculuk onları ketliyor mu yoksa gerçek dünyadaki çılgınca inovasyon hızına yetişemiyorlar mı?

Bilimkurgu dünyasının gerçek vizyonerleriyle sıradan kişiler arasındaki temel farklardan birini görmeye başlıyoruz. Sıradan kişiler etraflarındaki dünyaya bakıp neyin yeni ve neyin güncel olduğunu bulmaya çalışır. Geleceği tasavvur etmeye kalkıştıklarındaysa, bunun genellikle şimdiyle aşağı yukarı aynı olduğu görülür. Eğer Doctor Who’nun düşük bütçeli bazı bölümlerine bakacak olursanız, set tasarımcılarının genelde o sırada ileri teknolojiye sahip gibi görünen bir alet edevat bulup, gümüş renkli pişirme kağıdına sardıklarını görürsünüz. Sonrasındaysa bunu portatif bir plastik boruya takabilirler. Seksenleri hatırlayacak kadar yaşı olan okurlar, BBC’nin sipariş verdiği bir sürü fütüristik diziyi hatırlayabilir. Karakterlerin çoğu işsiz ve sıkılmıştı. Thatcher döneminin suçları şüphesiz sonsuza dek sürecek ve acılarımız hiç bitmeyecekti. Yıllar sonra gelecek geldi ve bu zamana dek hiç olmadığı kadar insanın iş bulduğu anlaşıldı. Dikkat edin; gelecek, geçmişin doğrusal bir izdüşümü olmak zorunda değil, tamamıyla farklı bir şey olabilir.