Reşat Nuri Güntekin’in “Salgın”ı: Uzun Yıllar Önce Yazılmış Olmasına Rağmen…

Yazar tarafından dönemin gazetelerinde tefrika edilmiş bu öykünün en önemli özelliği, uzun yıllar önce yazılmış olmalarına rağmen günümüze de kolaylıkla uyarlanabilmeleri, global bir salgınla baş ettiğimiz şu günlerde, şüphesiz ki konusuyla hepimizi etkileyecek ve merak uyandıracak olması…


Bilindiği üzere Reşat Nuri Güntekin, roman hikâye ve tiyatro türlerinde kaleme aldığı pek çok eseriyle Milli Edebiyat ve Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı’nın şüphesiz en büyük yazarlarından… Dil konusundaki samimi üslûbu ve duru Türkçe’siyle eser verdiği dönemlerde büyük ilgi görmüş ve adını duyurmuş olan yazar, gerek eserlerinde kasaba hayatını ve Anadolu insanını öne çıkarması gerekse halkın ahlaki değerlerine sahip çıkarak toplumda aksayan, yolunda gitmeyen her şeyi kıyasıya eleştirmesiyle Türk romanında eleştirel gerçekliğin öncüsü olmuş ve günümüze değin kendisine duyulan ilgiden hiçbir şey kaybetmemiştir.

Reşat Nuri’nin romanlarında karşımıza çıkan, belirli mesleklerdeki tipler vardır. Bunlar büyük çoğunlukla doktor ve öğretmen tiplerdir. Salgın eserini incelerken karşımıza çıkacak doktor ve öğretmen tipler bu bağlamda Reşat Nuri’nin bakış açısını gözler önüne sermenin yanı sıra öyküde hayatımızdan bir parça bulmamızı da pek tabii sağlayacaktır..

Ünlü yazar ve eleştirmen Fethi Naci bu konuda: ‘’Reşat Nuri’nin romanlarında, hiçbir romancımızın romanlarında olmadığı kadar doktor gördüğünü ve bu doktor tipleri aracılığıyla yazarın her romanında amatör doktorluk merakına rastlanacağını’’ söyler. Yazarın romanlarında en sık rastlanan doktorlar, hükümet veya belediye doktorlarıdır. Bunun sebebi pek tabii romanların çoğunun Anadolu’da geçmesidir. Bu doktor tiplerin genellikle halka yakın, sevgi dolu ve yardımsever kişiler olması dikkat çeker.

   ‘’Öğretmenler romancısı” olarak anılan Reşat Nuri’nin romanlarında, pek tabii en sık karşılaştığımız meslek grubu ise öğretmenlerdir. Romanlarında yer alan öğretmenler, içimizden insanlardır. Onları okurken, sanki daha önce karşılaşmışız hissiyatına kapılırız. Aynı zamanda idealist tiplerdir.

Ünlü Türkolog Prof. Dr. Mehmet Kaplan ise Reşat Nuri’yi ‘’öğretmenler ve memurlar romancısı’’ olarak tanımlamıştır. Salgın’da yer alan Cevdet  Öğretmen, Gökpınar Kaymakamı ve Yazı İşleri Müdürü, Doktor Remzi gibi tipler Reşat Nuri hakkında anlattıklarımı tasdikleyecek türdendir.

Salgın’ı incelemeye başlamadan önce birkaç bilgi vermemde yarar var: Salgın&Madalyonun Ters Tarafı olarak isimlendirilmiş iki ayrı öyküden oluşan kitabın elimdeki baskısı İnkilâp Yayınevi tarafından 2005 yılında yayımlanmış, 135 sayfalık bir baskı. Yazar tarafından dönemin gazetelerinde tefrika edilmiş bu iki uzun öykünün en önemli özelliği, uzun yıllar önce yazılmış olmalarına rağmen günümüze de kolaylıkla uyarlanabilmeleri, global bir salgınla baş ettiğimiz şu günlerde, şüphesiz ki konusuyla hepimizi etkileyecek ve merak uyandıracak olması…

Bu bağlamda, kitaptaki sırasına uygun olarak  inceleme sırasında da öncelik vermiş olduğum Salgın’da karşımıza çıkan ve inceleyeceğimiz ilk tip, Gökpınar Kaymakamı’dır. Kendisi sıradan bir devlet memuru olmanın yanı sıra, şiir ve güzel yazı meraklısıdır. Farklı bir halet-i ruhiyyeye sahiptir. Gezmeye çıktığında sadece dere kenarı ve mezarlıklara gider. Buralarda gördüğü servi ve söğüt ağaçlarına çeşitli anlamlar yükler. Onları, ‘’bunlar gözümde gam ve sevinci gösterir, biri dünyanın zevkini, öteki ölümün hüzün ve ruhaniyetini tattırır’’ diyerek anlatır. Şiir ve güzel yazı meraklısı olmasına karşın, kendisine en zor gelen iş mektuplara cevap vermektir. Bir gün, makam odasındaki çekmecesini temizlerken gözden kaçırdığı bir mektup bulur. Mektup, Karlıbel köyü ilkokul öğretmeni Cevdet’ten gelmiştir:

   ‘’Kulunuz Karlıbel Köyü ilkokul öğretmeniyim. Köyümüzde bir salgın baş gösterdi. Hastalar şiddetli baş arka ağrıları ve kusmalarla yatağa düşüyorlar. Sıcaklıkları artıyor; birkaç saat içinde kendilerini kaybediyorlar. Ara sıra öksürdükçe, ağızlarından parça parça kan geliyor. Üç dört gün bu halde can çekiştikten sonra ölüp gidiyorlar. Doktor
olmadığı için hastalığın ne olduğunu tabii bilemem. Köylüler cahil insanlar, hastalıktan sakınmasını, korunmasını bilmiyorlar. Okulun eski öğretmeni olan ihtiyar imam da, onları bana karşı kışkırtıyor. Bu dağ tepesinde bütün dünya ile alakasını kesmiş garip, fakir köylülerin, cehaletlerinden başka ne günahları olur…’’

Karlıbel Köyü, yolu izi belli olmayan sapa bir köydü. Cevdet Öğretmen de, kaymakamın pek yabancısı değildi. Onu bir yerde gördüğüne, konuştuğuna dair hiç şüphesi yoktu. Kâğıdı yırtıp çöpe atsa kimse kendisinden hesap sormazdı fakat namuslu bir idâre adamı, buna göz yumamazdı. Olayı anlatmak üzere Yazı İşleri Müdürünü yanına çağırdı. Yazı İşleri Müdürü, Beylerbeyi’nde orta hâlli bir ailenin çocuğuydu. Suavi Vak’asında oraya sürülmüş ve bir daha oradan
ayrılmamıştı.

Kaymakamın olan biteni Yazı İşleri Müdürü’ne anlatması üzerine, Yazı İşleri Müdürü: Cevdet Öğretmen’i huysuz, geçimsiz, anarşist biri olarak tanımlamış; olur olmaz şeyler için Nahiye Müdürlüğü’nü rahatsız ettiğini, dikkate almaya lüzûm gerekmeyen bir mektup olduğunu söylemişti. Kaymakam, yine de Doktor Remzi’nin (Doktor Remzi tipi üzerine ilerleyen satırlarda ayrıntılı bilgi vereceğim) derhal Karlıbel’e gönderilmesini istese de, Yazı İşleri Müdürü buna müsaade etmemekte kararlı tutumunu sürdürdü. Olayın gerçekliğini teyit etmek için Nahiye Müdürü’ne bir telgraf çekmek gerektiğini, eğer ortada mühim bir mesele yoksa Doktor Remzi’yi boşa yormamak gerektiğini, zira kendisinin zaten bu yaşında her yere koşturduğunu ve onu da kaybederlerse ilçede başka doktor olmadığını söyledi. Yazı İşleri Müdürü’nün, doktora acımış gibi görünmesi tabii ki yalandandı. Her nedense, kaymakamın ona karşı direnmesi sinirine dokunmuştu. Aynı zamanda Doktor Remzi, Yazı İşleri Müdürü’nün ahbabıydı.

Çektikleri telgrafa bir hafta sonra, Ihlamur Kasabası Müdürü’nden cevap geldi. O da, Muallim Cevdet’in geçimsiz biri olduğunu, verdiği bilginin abartılı ve asılsız olduğunu, ortada endişe edecek bir husus olmadığını söyleyerek olayı örtbas etmeye çalışmıştı. Böylelikle Karlıbel salgını da gündelik olaylar arasında unutulup gitti. Cevdet Öğretmen, her ne kadar ulaşabildiği makamlara dilekçeler yazarak köyün durumu anlatmaya ve yardım istemeye çalışsa da devlet büyüklerinin halka karşı göstermiş tutumun acımasızlığı gözler önüne serilmiş ve kimse Cevdet Öğretmen’i ciddiye almamıştı.

Bir süre sonra, konuyu araştırmak için kaymakamlığa bir müfettiş gönderileceğini öğrenmelerinin üzerine Doktor Remzi her ne kadar isteksiz de olsa sırf Kaymakam’ın diline düşmemek için Karlıbel’in yolunu tuttu. Salgın’da yer alan doktor tipi, Reşat Nuri’nin diğer eserlerinde yer alan doktor tiplerinden biraz daha farklıdır. İncelememin başında belirtmiş olduğum gibi Güntekin’in doktor tipleri her ne kadar yardımsever, sevgi dolu ve halka yakın kişilikler olsa da, Doktor Remzi’de bu özellikleri pek gördüğümüz söylenemez.

Nihayet Doktor Remzi’yi Karlıbel’e götürecek araç hazırlandı. Arabanın içi, doktorun üşümemesi için kilimler ve battaniyeler ile döşenmişse de, bu rahatı çok uzun sürmeyecekti. Erenler Köyü’ne kadar bu arabayla gidip, oradan ötesini ise katır sırtında aşacaktı. Yola çıktıktan birkaç saat sonra öğle vakti Erenler’e vardı. Köy kahvesinde bir iki lokma yemek yedi, iki çocuğa ilaç verdi, her zaman yanında taşıdığı kerpeteniyle bir ihtiyarın dişini çekti. Karlıbel’e giden yol karla kaplıydı. Arabacı ve köylüler, bu havada katır sırtında Karlıbel’e ulaşamayacağı kanaatinde olsalar dahi, gitmekte ısrarcıydı. Bu ısrarının sebebi sadece Kaymakam Bey’in ve müfettişin korkusundandı. Geri kalan yolda Doktor Remzi’ye jandarma neferi eşlik edecekti. Fakat yarım saat kadar sonra, vücudunda fena bir kesiklik duydu. Kaymakamlıktan telgraf gelirse jandarmayı şahit göstereceğini düşünerek bu geceyi Erenler muhtarının evinde geçirmeye karar verdi. Muhtar da, Karlıbel’deki salgının bir bahane olduğunu, gerçek olmadığını düşünenlerdi:

   ‘’O dağ tepesinde çakallar bile barınamaz, bu ezelden beri böyledir, güz yelleri esmeye başladı mı ta nevruza kadar ölür giderler, yoksa hastalık mastalık hep uydurmadır efendim…’’

Ertesi gün Doktor Remzi için yola koyulma vakti artık gelmişti. Kar, yolları kapattığı için Ihlamur’a bir günde anca vardılar. Fakat doktor, arabadan indiği zaman yürüyemeyecek derecede hastaydı, ateşi yükselmişti. Zaten yaşı itibariyle bir kere gözlerini kaparsa birkaç gün açılmayacağını biliyordu. Kendisiyle uğraşacak başka bir doktor olmadığı için de, eğer hastalanırsa kendisine uygulanması gereken tedaviyi de Nahiye Müdürü’ne anlattı.

   ‘’Kaymakam bugün yarın telgrafla bilgi isteyecek, kendisine vazifemi yaptığımı, köyün ta yakınlarına kadar çıktığımı ve maddi imkânsızlıktan dolayı ne hâlde döndüğümü anlatırsınız.’’

Birkaç gün sonra, olayı araştırmak için Sağlık Müdürlüğü Müfettişinin kaymakamlığa gelmesiyle, kaymakamlıkta hareketlenmeler başladı. Kaymakam, biz vazifemizi yaptık diyerek kendisini rahatlatmaya çalışırken Yazı İşleri Müdürü’nün tek korkusu, müfettişin ters bir adam çıkması ve kendisini koltuğundan edecek bir hamlede bulunmasıydı. Fakat kaymakamlıkta korkulan hadiseler yaşanmadı. Öyle ki müfettişle ahbap oldular, Karlıbel salgını üzerinde durmaya tenezzül dahi göstermediler.

Sağlık Müdürlüğü Müfettişi, edebiyat ve musiki meraklısı bir adamdı. Hâl böyle olunca konuşulması gereken konular unutulmuş, hatta müfettiş tarafından: ‘’münafıkın biri hiç yoktan bir mesele atmış ortaya,merak buyurmayın; münasip bir zamanda görüşmemizde bu meseleyi konuşuruz’’ diyerek üzeri örtülmüştü. İlerleyen zamanlarda, konunun tüm muhatapları, bu konu üzerine konuşmak için bir araya gelmişlerdi. Meselenin toy bir ilkokul öğretmeninin ukalalığından ibaret olduğunu, Müfettiş eğer Kaymakam Bey de kabul buyurursa yalandan bir rapor hazırlayarak geçiştirebileceklerini söyledi fakat bir tiyatro oyunu hazırlar gibi uydurma bir soruşturma raporu hazırlamak, Kaymakam’ın muhafazakar memur kafasına sığmıyordu.

Müfettişin bu teklifine oldukça sevinen biri vardı, Yazı İşleri Müdürü… Kaymakam, Yazı İşleri Müdürü’nü hiç bu kadar küstah görmemişti. Konuşma ilerledikçe, Doktor Remzi’nin de düşünceleri değişmeye başlamıştı. Ne yapıp edip Karlıbel’e çıkmalı, hastalık haberi yalan veya mübalağa ise bile en azından vazifemi yapmış olmalıyım diye düşündü. Hem Karlıbel’e çıkmak, kimsenin cesaret edemeyeceği bir şeyi yapmış olmak gururunu da okşayacaktı. Müfettiş, iki gün sonra yaylı bir araba ile geldi. Doktor Remzi ve Yazı İşleri Müdürünü de yanına alarak yola koyuldu.

Kasaba merkezinde iki köylüyle karşılaştılar. Biri Karlıbel’in birkaç saat uzağındaki Geçit Köyü’ndendi. Öteki yaklaşık bir ay evvel Karlıbel’e uğramış bir oduncu idi. Fakat ikisi de anlayışsız ve meraksız adamlardı. Karlıbel’deki salgından neredeyse haberleri yoktu. Müfettiş ’in fikri ise şu yöndeydi: ‘’Cevdet Öğretmen’in ortalık karıştırıcı bir adam olduğunu herkes bilir; bunu bilenlere bir rapor gönderilir böylelikle bu salgının asparagas haber olduğu kendiliğinden ortaya çıkar’’ diye düşündü.

Müfettiş ilçe merkezine döndükten sonra üçüncü günün sabahı Kaymakam’ı görmeye gittiğinde, bir rapor hazırladı: ‘’Efendim, bir hayli sıkıntı çekildi ama duanız bereketiyle, meseleye de bitmiş nazarile bakabiliriz.’’ dedi ve müsaadenizle bendeniz de yarın artık yolcuyum, diyerek Kaymakam’ın yanından ayrıldı. Kaymakam, tüm bu olanları kendisine kabullendiremiyor, geceleri evham bastıkça bir o yana bir bu yana dönüyordu. Bunca yıllık idare namusumu
ayaklar altına alamam diye düşünüp duruyordu. Müfettiş, raporu valiye verirken söyleyeceği nutkun provasını yapar gibi meseleyi bütünüyle anlattı ve raporu baştan sona okudu. Kaymakam, raporun birkaç noktasına ilişmek istese bile cesaret edememişti.

Müfettiş raporda, Kaymakam’ı ‘’iyi niyet sahibi, haluk, fazıl ve tecrübeli bir memur’’ olarak anlattığından gururu da okşanmıştı. İçten içe bu duruma pek razı olmasa da, başıyla onayladı. Tam da sağlık müfettişinin ilçe merkezinden hareket edeceği gün, kasabaya Seyfullah Bey isminde bir mülkiye müfettişi gelmişti. Doktor Remzi, Seyfullah Bey’in
salgından haberi olduğunu düşünerek, hatta belki de Seyfullah Bey’in de sırf bu iş için İçişleri Bakanlığı’ndan gönderilmiş olduğunu zannederek salgınla ilgili olan biteni anlattı.

Seyfullah Bey, çekirdekten yetişmiş bir mülkiye müfettişiydi. Öyle ki, başta bu öğrendiklerine çok büyük tepki verdi. ‘’Bir facia, rezalet karşısında bulunuyoruz; bir okul hocası köyünde bulaşıcı bir hastalık olduğunu ve halkın hastalıktan kırıldığını haber veriyor ve kimse kulak asmıyor…’’ diyerek hayıflansa da, o da bu işe el koymanın tehlikeli olduğunu düşünerek ve de vaktini harcamak istemeyerek bu işin üzerini kapatmaya çalışanlara ortak oldu.

   ”Cevdet Öğretmenin, adî bir mevsim hastalığını, helak edici bir salgın şeklinde ihbar ederek halkı dehşete düşürmekten ve devlet dairelerini ihmal ve salgının yayılmasına meydan vermekle itham etmekten on beş gün maaş kesme cezasına çaptırılmasına karar verilmiş olduğu” yazan bir zarf, Karlıbel’e postalandı. Gönderilen zarf birkaç gün sonra, üzerinde şu satırlarla geri dönmüştü: ‘’Muallim Cevdet Efendi’nin bir buçuk ay evvel bilinmeyen bir hastalıktan dolayı vefat ettiği anlaşılmış olmakla iade kılındı…’’

Devlet adamlarının halkı değil kendi refahlarını düşünmüş olmaları; bir köy öğretmeninin yalnızca görev yaptığı köydeki halkın akıbetini düşünerek girişmiş olduğu bir işin neticesinde, hem köylüler hem de devlet memuru kişiler tarafından nasıl aşağılandığını görürüz Salgın’da… Hikâyede yer alan karakterlerden Kaymakam Bey, her ne kadar bu işin üstünün örtülmesine ve Cevdet Öğretmen’e yapılanlara pek razı olmasa da, onun da bir süre sonra bu meseleyle uğraşmanın beyhude bir çaba olduğunu düşündüğünü görürüz. Zira her ne kadar kendisini muhafazakar bir devlet memuru olarak tanımlamışsa da, o da bu olanlara onay vermiştir.

Çevresinde olan bitenden bihaber, olanlarla ilgilenmeyen, yaşanan ölümleri ecel olarak değerlendiren, hatta Cevdet Öğretmen’in tüm bunları paniğe sebep olarak derslerden kaytarmak için olduğunu düşünen köylü halka ise bu olaydan sonra ne olduğu, ya da Cevdet Öğretmen’in ölümünden sonra, sonunda bir devlet adamı Karlıbel salgınına el atmış mı bilinmiyor. Bilinen o ki, köy halkının tek suçu, Cevdet Öğretmenin de dediği gibi cehalet… Fakat koltuklarındaki rahatı korumak için halkın sorunlarına kulak tıkayanlar, her dönemde var olmuşlardır.

Dönemin gazetelerinde tefrika edilen bu eser, şüphesiz ki hem taşıdığı hiciv değeriyle o dönemin devlet memurlarına, işlerini layığıyla yerine getirmeleri gerektiğini hatırlatmış; hem de yer verilen tiplerin içimizden insanlar ve her yerde karşılaşabileceğimiz karakterler oluşuyla hikâyeyi kolaylıkla benimsememize, hatta kendimizi Cevdet Öğretmen’in yerine koyarak yapılan haksızlığa tahammül edemememizi sağlamıştır. Bunun yanı sıra, gazetenin halkın her kesimi tarafından erişilebilir bir kaynak olması, o dönem şartlarında hikâyenin farklı kesimlerce okunabilir olmasını sağlamış; halkın en büyük düşmanının cehalet ve etrafında olan bitene kulak tıkamak olduğunu göstermiş ve halkı bununla yüzleştirmiştir.