9 Kasım Salı
Tavandaki iki yüz vatlık lambam cılız bir kilise mumu gibi titredi, sonra da söndü.
Soluğumu tuttum. Çini mürekkebiyle yaptığım resmin son çizgisini çekmek üzereydim, elim donup kaldı. Sonra leke yapmamak için ağır ağır ve dikey bir biçimde yukarı kalktı.
Dışarıda fırtına patlak vermişti. Atlas Okyanusu civarında bu mevsimde ender görülen bir olay sayılmazdı. Yağmur, bora, şimşekler. Ses efekti olarak da gök gürültüleri. Bir gümbürtüden diğerine süregiden homurtular.
Önce hiç endişelenmedim. Rahatsız bile olmadım. Sonuçta günüm sona ermek üzereydi. Saat herhalde on dokuz otuz gibiydi, belki biraz daha bile geçti. Çizimim bitmişti. Yarın sabah son bir göz atar, birkaç rötuş yapar, imzamı atıp gönderirdim.
El yordamıyla mürekkepli kalemin kapağını bulup ucu kurumasın diye taktım. Sonra yine el yordamıyla ve alışkın olduğum bir hareketle masanın ucunda duran radyoma uzandım.
Hep aynı istasyona, uzun dalga üzerinden Cornwall’dan yayın yapan Atlantic Wave‘e ayarlı duruyor. Bu radyonun müzikal tercihleri beni nadiren hayal kırıklığına uğratıyor ve her saat başı, sadece Bournemouth rugby takımının başarılarına değil, gezegenimize ilişkin her şeye yer verdiği için güvenilir diye niteleyebileceğim bir haber bülteni yayımlıyor.
Gün sona ererken ihtiyacım olan tam da buydu. Mecburi karanlıkta bana eşlik edecek dost bir müzik. Ardından, on veya yirmi beş dakika sonra, Barbara Greenville’in insanın içini rahatlatan duru bir sesle sunacağı, dünyadan haberler…
Radyomdan bir vızıltı sesi geliyor. Ne müzikten eser var ne de Barbara’dan. Alarm sinyali gibi bir güçlenip bir hafifleyen o vızıltıdan başka bir şey yok. Ama insanı siren sesi gibi rahatsız etmiyor… Daha çok teskin edici diyebilirim… Önce uzun dalga, sonra orta dalga, sonra da FM bantlarını sabırla dolaştım. Sanki tüm dalga boyları tek boyda birleşmiş gibi, her yerde karşıma hiç değişmeyen bu vızıltı çıktı.
Acaba radyom mu arızalandı? Başımın üstündeki rafta duran el fenerini alıp odama gittim. Orada, yatağımın yanında bir radyom daha var. Daha eski, daha ağır. Açtım. Aynı vızıltı. Yaptığıma kendim de pek inanmadan birkaç düğmeyi kurcaladım. Hayır, arıza değildi. Hemen anlamalıydım bunu. Bir radyo ya çalışır ya da pilleri bitince susar. Çok çok yere düşer veya bir darbe alırsa kesintisiz bir uğultu sesi çıkarabilir. Asla böyle dalgalanan bir vızıltıya rastlanmaz . Her halükarda artık bir kanıya varmıştım, aynı arıza aynı anda iki radyonun birden başına gelemezdi!
İyi de o zaman sorun neydi? Ne olmuştu?
Birden idrak ettim. En azından anladığımı düşündüm. Ve başımı ellerimin arasına alıp yatağa devr ildim .
Tanrım! Gerçekten de bunu yapmış olabilirler mi? Namussuzlar! Çılgınlar!
Herhalde on kez peş peşe, kah kısık kah yüksek sesle, “Namussuzlar! Çılgınlar!” dedim. Sonra doğruldum. Telefonumu elime aldım ama henüz kimi arayacağımı bilmiyordum. Belki de Paris’te yaşayan vaftiz kızım Adrienne’i aramalıydım.. Tabii ki hat yoktu. Telefon da çalışmıyordu.
Dört veya beş saat geçti ama aynı sözler zihnimde dönüp duruyordu.
Namussuzlar! Çılgınlar! Bunu da yapmaya cüret ettiler!
Çünkü bu satırları yazarken bir trajedinin yaşanmış olduğuna inanma gerekçelerine sahibim. Bir doğal afet değil, insan elinden çıkma vahşi bir kıyamet. Türümüzün eseri olan nihai bir altüstlük. Birkaç bin yıllık tarihimize son noktayı koyacak, saygıdeğer uygarlıklarımızın üzerine son perdeyi indirecek, bu arada da hepimizin canını alacak bir kargaşa. Hemen bu akşam. Ya da belki yarın şafak sökerken…
Yazmayı bırakıyorum. Yazdıklarımı okuyorum. Dehşet ve inanamama duygusuyla başımı sallıyorum. Böylesine bir alçaklığı elim neredeyse hiç titremeden kayıt altına alabileceğimi asla düşünemezdim! Böyle ayakta kalmamı sağlayan, öfkenin yanı sıra süregiden belirsizlik. Evet, önümüzdeki saatlerin önsezilerimi yalanlamasını hala ümit ediyorum. Ama son haftalardaki olayların başımıza çok daha kötüsünün geleceği kaygısına yol açtığı da bir gerçek. Yaşanan çeşitli arızalar da hiç iyi şeylere işaret etmiyor. Kötü hava koşullarında alışıldık bir durum olan elektrik veya burada her zaman keyfe keder çalışan cep telefonu kesintileri, hatta radyo yayınlarının kesilmesi tek başlarına o kadar kaygı verici değil aslında; ama bütün bozukluklar bir arada yaşanınca iş değişiyor. Tüm bunlar basit bir tesadüf mü? Buna inanmakta zorlanıyorum.
Bu sayfalara daha fazla kesinlik katmak isteseydim, bahsedip geçtiğim olayların ayrıntısına girmeye vakit ayırmam gerekirdi. Bu işe kafam biraz sakinleyince girişeceğim… Şu anda kendimi ne düşüncelerimi düzenleyecek ne de varsayımlar geliştirecek halde hissediyorum. Tek söyleyebileceğim, neler duyduğum veya artık duymadığım, neleri gördüğüm veya artık görmediğim, neler hissettiğim ve beni allak bullak eden anılar…
Zifiri karanlıkta uzun süre yatağımda uzanıp kaldım. Kulağımın dibinde sesi kesilmiş telefon. Ve radyoda dalgalanan o vızıltı sesi. Dışarıda fırtına biraz dinmiş gibiydi. Yağmur da damdaki kiremitleri ve gecenin renkli bir aynaya dönüştürdüğü pencere camını tıngırdatmayı kesmişti.
Ansızın içimde hemen biriyle konuşmak isteği uyandı. İstek de değil, dediğim dedik bir zorunluluk hissi. Yalnızlık sanki fiziksel olarak göğsümün üzerin e çökmeye başlamıştı. Ve on iki yıldır ilk kez, diğer ölümlüler gibi bir kentte veya bir köyde yaşamadığıma hayıflandım.
Çünkü ben bir adada yaşıyorum. Minicik bir ada, “Les Chirons” adındaki dörtlü takımadanın en küçük adası.
Nüfusun geri kalanı Büyük Chiron’da yaşıyor; yerleşim adına layık tek yer orada bulunuyor : Port-Atlantique. Chiron Kalesi diye bilinen en geniş ada üç yüzyıldır Fransız donanması tarafından üs olarak kullanılıyor; oraya hiç gitmedim. Chiron Vadisi diye bilinen ada hem deniz canlıları hem de kuşlar açısından bir doğal rezerv bölgesi ve orada sadece bilim insanları kalıyor. En küçüğü olan benim adamın adı ise ne ilginçtir ki Antioche…
Uzun süre bu adanın tek sahibi olduğumu sandım. Şimdi, tüm bu başımıza gelenlerin ardından, bundan söz etmeye biraz utanı yorum. Ama şayet bu sayfalar son bir tanıklık olacak ve bir gün birisi tarafından okunacaksa, kendi öykümü de biraz anlatmak boynumun borcu: Kökenlerim, hayat güzergahım, özgür irademle seçtiğim yalnızlığım… ve niye şu anda Eve adında bir romancı kadınla komşu olduğum…
Montreal’de Amerikalı bir anne ve Fransız kökenleriyle gurur duyan bir babadan doğdum. Babam İkinci Dünya Savaşı’nda genç bir subay olarak Normandiya Çıkarması’na katılmıştı. Gerçi binlerce başka Kanadalı’yla birlikteydi ama onun için bu olay daha anlam yüklüydü. Ataları hakkında araştırma yapmış ve onların buralı, yani Les Chirons’dan olduklarını, Port-Atlantique’ten üç yüzyıl önce bir gemiye binerek ayrıldıklarını keşfetmişti. “Kendi” topraklarına bir kurtarıcı olarak dönmek onun için en güzel ödüldü.
Çıkarmadan birkaç ay sonra birkaç günlük izin alıp takımadaya gitmişti. Aldatıcı bir şekilde İngilizleri andıran dış görünümüyle o bıyıklı devin, gözyaşları dökerek çevresindeki her şeye dokunup kokladığını hayal edebiliyorum.
Onu Antioche’a götürmüşlerdi . Bu minik adanın özelliği, Büyük Chiron’a “Le Gouay” adı verilen bir geçitle bağlı olmasıydı; deniz yükseldiğinde suların altında kalan geçit deniz alçaldığında ortaya çıkıyor, böylece günde iki kez üzerinden yürüyerek geçilebiliyordu. Babam hala adanın büyüleyici etkisi altındayken , hoş bir sürprizle yerel makamların Antioche topraklarını satışa çıkardığını öğrenmişti. Maddi olanakları olduğu ve duygusal kararlar almaya epey yatkın sayılabileceği için, anında her şeyi satın aldı. Ve sonra tumturaklı bir şekilde, çok geçmeden geri gelip bir ev inşa ettirerek adaya yerleşeceğini açıkladı.
Ancak bu sözünü tutamadı. Savaştan sonra ailemizin talihi ne yazık ki ters döndü. Annemin Vermon t’lu bir sanayici olan babası zor duruma düşmüş ve onun işini kurtarmaya çalışan babam da iflas etmişti. Annem ve babam West Mount’taki evlerini satıp ruhsuz bir apartman dairesine taşınmak zorunda kaldılar. Babam küçük bir memurluk işi buldu; bu işin onu çok sıktığından eminim çünkü hiç sözünü etmezdi. Suskun, içine kapalı bir adam olup çıkmıştı, sanırım çok mutsuzdu . Sadece sahip olduğu adadan söz ederken yüzü aydınlanıyordu.
Antioche!
Borçlarını kapatmak için Kanada’daki her şeyini satmış ama uzaklardaki toprağını hep elinde tutmuş, orayı satmayı aklından bile geçirmemişti. Bir gün o, annem ve ben hep birlikte Atlas Okyanusu’nu geçip adamızda bir ev inşa edelim diye biraz para biriktirebileceğini ümit ediyordu.
Bu düş bütün çocukluğuma, ergenliğime ve daha ileri yaşlarıma hakim oldu. Kent yaşamının, tekdüzeliğin ve her türlü can sıkıntısının karşısında bize, yalnızca bize ait olan o cennet duruyordu: Antioche. Orada toprağımızın ve denizin ürünleriyle geçinebilirdik. İş sadece bana kalsa annemle babamı derhal oraya götürürdüm.
Elimizde kalan her şeyi, mobilyaları, giysilerin yarısını satar, adaya varınca da ağaç dallarından bir kulübe inşa ederdim.
Bu Robinson çözümü büyük düş veya büyük hüzün saatlerinde bizimkilerin de, özellikle de babamın aklım çeliyordu. Ama he men ardından bundan cayıyorlardı. Gulf Stream’in geçtiği bir kıyı da söz konusu olsa, Kuzey Atlas Okyanusu’nun kenarında, ağaç dallarından yapılmış bir kulübede yaşanamazdı. Üstelik okulum vardı. Kendi payıma öğrenimimden vazgeçip macerayı seçerdim. Ama annemle babamın olaylara bakışı farklıydı. “Seni iyi bir üniversiteye kabul ettirmeyi başarırsak sana servetten daha önemli bir miras bırakmış oluruz” diyorlardı.
Babam Antioche’u bir daha göremedi. Mezun olup diplomamı aldığımı da göremedi. Öldüğünde ben on altı, o ise elli yedi yaşındaydı. O günden sonra hep babamın hoşlanacağım düşündüğüm şeyleri yaptım sanırım. Öğrenimime McGill’de, sonra da Harvard ‘da devam etmek için burs aldım; hukuk, ekonomi, uygarlık tarihi öğrenimi gördüm; Washington Eyaleti’nde, Seattle’da iki yıl ders verdim; Ottawa’da üç yıl bir hukuk bürosunda çalıştım… Neden sonra aslında tek bir tutkum ve tek bir yeteneğim olduğunu keşfe dip onunla ekmeğimi kazandım: Çizmek. Adım Alexandre olduğu için, mahlas olarak Alec Zander’i seçtim, grafik açıdan küçük bir dokunuşla halledebildiğim bir değişiklikti benim için.
On iki yıl önce vaktinden evvel yaşlanan annem Montreal’de öldü. Zaten iki kez ölmüştü: İlkini West Mount’taki evini terk ettiğinde, ikincisini de babamla vedalaşmak zorunda kaldığında tatmıştı. Son yıllarına biraz neşe kattığımı düşünmek istiyorum ama ona olan olmuştu çoktan, “hayatın öteki yakası”yla bağlan çok daha güçlüydü…
Cenazesinin kaldırıldığı gün etraf bembeyazdı ve mezarlıkta toprak donmuştu. Çevremdeki manzaraya, sonra da teker teker insanların yüzlerine göz gezdirdim – acelesi olan, göz ucuyla saatlerine bakan meslektaşlar; ölçülü komşular; unutulmuş kuzenler. Birdenbire içimde dost bir denizde güneşin parıltısını görme isteği uyandı. O zaman beni bu dünyaya getirmiş, yitirdiğim iki kişiye şöyle mırıldandım: “Eğitimimi tamamlayarak bana yakıştırdığınız isteklerinizi yerine getirdim. $imdi de sıra çılgın düşünüzü gerçekleştirmeye geldi.”
“Antioche mu?” Dostlarım gülümsedi. Hepsi. “Ancak altı hafta dayanırsın!” En meraklıları hemen atlasları, ansiklopedileri karıştırmaya başladı: ” Antioche, günümüzde Antakya, Türkiye‘de bir kent, Asi nehri üzerinde… Hayır, orası değil. Antioche Bo ğazı: Fransa’nın batısında, Re Adası’nı Oleron Adası’ndan ayıran boğaza verilen ad …” Bu hiç değilse daha yakındı ama hala söz konusu olan “benim” Antioche’um değildi; o ancak çok ayrıntılı denizcilik haritalarında kendine yer bulab iliyordu. Ama özellikle de -en önemlisi de buydu!- babamın özenle sakladığı tapunun üzerinde kayıtlıydı.
Dostlarım güldüler ve omuz silktiler demiş miydim? Ben de kendimce gülümsemiştim. Hodri meydan! Yola çıktım. Yalnızdım , mağrur bir yalnızlık. Yanımda tapum, biriktirdiğim az miktarda para ama aynı zamanda neyse ki azımsanamayacak bir gelir kaynağı vardı: Çeşitli basın organlarıyla yaptığım telif sözleşmesi. Yarattığım çizgi karakter – “yerinden kıpırdamayan seyyah Groom”- ilk gününden itibaren belirli bir popülarite kazanmış, bir daha da bunu yitirmemişti. Nitekim geçen yıl çizimlerim Kuzey Amerika, Avrupa, Avustralya ve başka yerlerdeki seksen iki gazetenin karikatür sayfalarında yayımlanmıştı. Sözleşme maddeleri gereğince, her gün üç karelik kısa bir çizgi bant teslim etmem gerekiyordu. Tabii ki bunları her gün değil, iki haftada bir, birer düzinelik paketler halinde gönderiyorum.
Çizimlerimi New York, Honolulu veya Singap ur’dan da gön derebilirdim, ne fark ederdi ki? Adamda daha fazla ve daha iyi çalışıyordum. Şu anda çekmecemde önümüzdeki dört ayın çizgi bantları hazır bekliyor. Daha birçok başka şey yapmaya da vakit buluyorum; örneğin her hafta Le moniteur litteraire‘de gündemi konu alan bir çizimim çıkıyor.
İlk yıl Port-Atlantique’teki bir pansiyonda kalmıştım. Evimi inşa ettirinceye kadar.
Burada, Les Chirons’da bile, gerçekten Antioche’ta yaşamaya niyetli olduğum öğrenildiğinde bana gülmüşlerdi. Adada eskiden bir balıkçı köyü varmış ama yetmiş yılı aşkın bir süredir terk edilmiş.
Ben, tek başıma adanın statüsünü değiştirecektim. Gayrimeskun bir ada artık meskun bir ada oluyordu. Nüfus: 1.
Ayrıca buraya gelirken adanın tek sahibi olduğumu sanıyordum. Büyük hata! Babam hakikaten her şeyi satın alınıştı ama sadece satışa sunulanlarla sınırlıydı bu; yani kırk altı hektarlık bir yüz ölçüsünün otuz sekiz hektardan biraz daha fazlası söz konusuydu. Belediye geri kalanı kendine ayırmış, bunu elden çıkarıp çıkarmaması gerektiğine karar verememişti. Sanırım ilkesel nedenlerle bir adamın, üstelik Majestelerinin uyruğu olan bir yabancının bir adanın tamamına sahip olması istenmemişti. Bir bölümü elde tutulduğu sürece, söz konusu kişiye ülke toprağı değil arazi verilmiş oluyordu.
Hiç kuşkusuz yine aynı nedenle, yedi yıl önce paraya sıkışan takımada yetkilileri geri kalanını da satma kararı aldıklarında bana haber vermeyi unutmuşlardı. O kalan arazi de yalnızlık açlığı çeken bir kadın romancı, Eve Saint-Gilles tarafından yüksek bir fiyata satın alınmıştı.
Bu isim kimseye hala bir şeyler çağrıştırıyor mu veya İngilizlerin dediği gibi çıngırakları hala çınlatıyor mu bilmiyorum. Yirmi dört yaşındayken yayımladığı roman başyapıt diye nitelendirilmişti. Kitabın adı Gelecek Artık Bu Adreste Oturmuyor idi. Tüm ideallerini yitirmiş, hatta en harika yaşama nedeni olan gelecekteki mutluluk beklentilerini bile yitirmiş bir kuşağın sözcüsü olarak kabul edilen Eve Saint-Gilles birden kendini sorgulayıcı projektörlerin altında bulmuştu . Kutlanan , pohpohlanan, putlaştırılan ama aynı zamanda karşı çıkılan ve zaman zaman vahşice aşağılanan yazar, üniversitedeki görevinden ayrılmak zorunda kalmış ve sonunda hem tüm dostlarıyla hem de ailesiyle arası açılmıştı. Sonra üç yıl boyunca dünyayı dolaşmış, gittiği her yerde hem alkışlanmış hem de şiddetli saldırılara uğramıştı.
Bu yolculuklardan olduğu kadar polemiklerden de bıkan Saint-Gilles, bir gün, kendini yeniden tamamen yazmaya verme zamanının geldiğine hükmetmişti. Rüştünü ispat edecek o ikinci kitap herkes tarafından bekleniyordu. Ama asla gelmedi. O zaman Eve Saint-Gilles aşırı içmeye başlamıştı. Hatta bazı gazeteler kokain ve amfetaminlerden de söz ediyordu …
Onu “benim” adama gelip yerleşmeye neyin ikna ettiğini bilecek kadar iyi tanımıyorum. Emin olduğum bir tek şey varsa, o da ilk kitabından on üç yıl sonra hala bir sonrakini yayımlamadığı… O kitap üstünde çalıştığını düşünüyorum. Her halükarda başka hiçbir faaliyeti yokmuş gibi duruyor.
Hiçbir sosyal hayatı da yok. Takımadada adı biliniyor ama insanların çoğu onu hiç görmemiş. Evine sadece paket servise gelenler -limandaki bakkalın, balıkçının ve eczanenin teslimatçıları-, bir de ara sıra su tesisatçısı, duvar ustası veya elektrikçi uğruyor.
Bana gelince, onu sadece bir kez, beş yıl önce, adaya gelişinden kısa bir süre sonra ziyaret ettim. Adamın artık sadece bana ait olmayacağını öğrendiğimde atıp tuttuğum için kendime kızıyordum. Nazik bir komşu olarak bu genç kadına hoş geldin demeyi ve herhangi bir şeye ihtiyacı olursa orada olduğumu söylemeyi bir görev biliyordum .
Bir Pazar günü akşamüstü, saat beşe doğru telefon numarasını bilmediğim için haber vermeden gittim. Zili çaldım, bekledim, bir daha çaldım. Tam gitmeye hazırlanıyordum ki kapı nihayet açıldı. Komşum gecelikleydi. O sırada gecikmiş bir öğle uykusunu böldüğüm izlenimine kapılmıştım. Ama sonradan hep akşam altıya doğru uyandığını ve sabah ona doğru uyuduğunu öğrenecektim. Beşeri alışkanlıkların eksiksiz bir şekilde tersyüz edilmesi söz konusuydu.
Bu şekilde başlayan ziyaretin parlak geçmeyeceği belliydi. Yine de elimden geleni yaptım.
Amin Maalouf’un Empedokles’in Dostları isimli romanından alıntıdır.
Özgün adı: Nos freres inattendus
Çeviren: Ali Berktay
Birinci Baskı 4 Şubat 2021