Ölümle 17 karşılaşma

Maggie O’Farrell’ın kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı ‘Ben Ben/Ölümle On Yedi Karşılaşma’ nefesinizi kesen, yer yer kalbinizi sıkıştıran çok heyecanlı, tutkulu bir anlatı.


Çocukken ya da büyükken bir lunaparkta bindiğiniz en korkutucu hız trenini düşünün. ‘Ben Ben/Ölümle On Yedi Karşılaşma’ Maggie O’Farrell’ın işte o hız treninde yaşadığınız hisse benzeyen yaşamını anlatıyor. Domingo Yayınevi’nden Kıvanç Güney’in çevirisiyle yayımlanan ‘Ben Ben’in kapağındaki ‘Ölümle On Yedi Karşılaşma’ cümlesini başta metafor zannettiğimi itiraf etmeliyim. Gerçeğin ta kendisiymiş. Ölüm ihtimaliyle karşılaşmak, unutulması imkânsız bir şey. Kulağınızda kulaklık varken tam arkanızdan araba ya da tramvay geçer ya, kalbiniz güm güm atar. İşte Maggie O’Farrell’ın ‘Ben Ben’ kitabı, o güm güm atan kalbin sesinin hiç durmadığı, ölüme sürekli nanik yapan bir hayatı anlatıyor. Kitaptaki her bir bölüm ismini bir organ ya da vücudun bir parçasından alıyor. Boyun, akciğerler, beyincik, karın, kafatası, dolaşım sistemi…

Anlattığı ilk şey Türkiye’de yaşayan bir kadın olarak o kadar çarpıyor ki insanı, 18 yaşındayken harçlığını çıkarmak için çalıştığı bir yaz kampında boş gününde ormanda yürüyüşe çıkıyor ve hiç tekin olmayan bir adamla burun buruna geliyor. Adam dürbününün kayışını boynuna dolarken bile nasılsa sükûnetini kaybetmiyor. Bir çeşit mucize eseri adamın elinden kurtuluyor. Polise gidiyor ve polis şikâyetini gülerek dinliyor, ciddiye almıyor. “Adamdan yayılan şiddet dürtüsünü bir taştan çıkan ısı gibi hissettiğimi o polise nasıl anlatabilirdim ki?” Bu tedirginliği ve tehlike sezgisini ancak yolda yürürken sık sık arkasına bakmak zorunda kalanlar bilir. Tam iki hafta sonra aynı polis kampa geliyor ve karşılaştığı adamın bir genç kadını öldürdüğünü söylüyor. Kendisinin neden ölmediğini bilmediğini yazıyor Maggie O’Farrell. Ve hayatındaki her gün o ölen genç kadını hatırladığını.

Sonrası, Hong Kong’a gittiği uçakta yanındaki rahibin tespihinin boncuklarının izi etine geçecek kadar korkutucu bir hava boşluğuna düşen uçağı, kayalıklardan 16 yaşındayken denize atlaması, komplikasyonları ciddiye almayan bir doktor yüzünden korkunç geçen bir doğum, karnında ölen bir bebek, Hint Okyanusu’nun feci akıntısında bir boğulma tehlikesi daha, kocasıyla çıktığı seyahatte boğazlarına dayanan maşat, sirkte bir bıçak fırlatıcısının karşısında bekleyiş, amipli dizanteri, sekiz yaşındayken geçirdiği ansefalit…
İyileşirken, hep edebiyata sarılmış O’Farrell. Kitabın ismi de Sylvia Plath’ın ‘Sırça Fanus’undaki “Derin bir nefes alıp kalbimin o bildik böbürlenişini dinledim. Ben, ben, ben ben” cümlesinden geliyor.
Bu kadar ölüme teğet geçen tecrübenin karşısında muhtemelen korkarak, hiçbir şeyi deneyimlemeden süren, eve kapanmış bir yaşam bekliyorsunuz. Halbuki, bu ölümle karşılaşmaların pek çoğu, hayata balıklama atlamaktan kaynaklanıyor. Çocukken geçirdiği ansefalit sonrasında doktorların bir daha yürüyemez dediği bir insan olarak, yanına yaklaşamayacağımız türden bir hayat yaşıyor. Rıhtımlardan denize atlıyor, ıssız dağlarda tek başına yürüyüşe çıkıyor, gece trenlerine binip, Avrupa’yı gezip, donmuş göllerde yürüyor.
Bir hayat ancak böyle yaşanır. Ölüme bu kadar yakın olmak hayata da yakın olmayı, inadı ve tutkuyu da beraberinde getiriyor. Ama hayatı bu kadar korkusuzca yaşamak için ölümle sürekli burun buruna mı gelmek lazımdır, işte o sorunun cevabını hepimiz biliyoruz sanırım. Hele son bir yılda, insanların birer sayıya dönüştüğünü dünya halkları olarak izlerken. Hepimize böylesi bir yaşama tutkusu dilerim.

Ölümle kaç kere karşılaşmak hayata kafa tutmayı sağlar

BEN BEN-
ÖLÜMLE ON YEDİ KARŞILAŞMA
Maggie O’Farrell
Çeviri: Kıvanç Güney
Domingo Yayınevi, 2021
280 sayfa, 34 TL.


%d blogcu bunu beğendi: