[3d-flip-book mode=”fullscreen” urlparam=”fb3d-page” id=”2174″ title=”false”]
Şubat ayında Akademi Ödüllerinde yaşanan “En iyi film” sürprizi tüm dünyada sinemaseverler tarafından coşkuyla karşılandı. Doksan yıllık ödül tarihinde ilk kez gerçekleşen bu durum sadece sinefiller ve Oscar ödüllerini takip etmekten vazgeçmeyen bir kitlenin değil sinemaya uzak olanların bile ilgisini çekti. Bong Joon Ho’nun şaşırtıcı filmi “Parazit” yabancı dilde çekildiği hâlde “en iyi film” ödülünü kazanan ilk yapım oldu. Üstelik “uluslararası film, en iyi yönetmen ve senaryo” gibi çok önemli üç ödüle daha uzandı. Oysa İki yıl önce Roma ya da 90’ların sonunda dünyada fırtına estiren Hayat Güzeldir de ödüle adaydı ama bu başarıya ulaşamadılar. Sinema sanatının ustaları Akira Kurosawa, Ingmar Bergman, Federico Fellini gibi yönetmenlerin muhteşem filmleri geçmişte aday bile olmadı.
O zaman ne oldu da yabancı filmlere kapalı olduğunu bildiğimiz Amerikan sineması ve akademi üyeleri 90 yıl sonra dünya sinemasına ait bir yapımın evlerindeki en prestijli ödülü almasına izin verdiler?
Bu arada yanlış anlaşılmasın ben de Parazit’in ödülü fazlasıyla hak ettiğini düşünenlerdenim. Dünya çapında kapitalizmin yarattığı sorunların ayyuka çıktığı bir dönemi sürprizli ve derinlikli hikâyesiyle çok iyi yansıttığını düşünüyorum. Ödül almasında elbette filmin sinemasal değeri ön planda ama bu tür ödüllerin kazanılması için çoğu kez sadece sinemanın gücü yetmeyebiliyor. Parazit’in geçen yılın başından beri arkasına aldığı müthiş rüzgârla bu noktalara gelmesi büyük bir başarı ve hem yapımcıların hem de yönetmenin yoğun emeğiyle taçlanmış durumda. Tabii film, giderek artan bir popülerlik kazandı. Bir süredir kültür-sanat içerikli sohbetlerin baş konusuna dönüştü. Oscarları takip etmeyen büyük bir kitle için bile böyle tarihi bir ödül almış olması muazzam. Her ülkede daha çok sinemada yeniden gösterime giriyor, daha fazla seyirciye ulaşıyor.
Aslında bu başarı sadece Bong Joon-Ho’ya ve film ekibine ait değil. Yönetmenin uluslararası film ödülünü alırken yaptığı konuşmada vurguladığı gibi, sağlam sinefiller Martin Scorsese ve Quentin Tarantino’nun desteği filmin Amerika’da daha çok izlenmesini sağlayan unsurların başında geliyor. Ayrıca Bong Joon-Ho’nun hatırı sayılır sayıda festivali tek tek gezerek seyircilerle filmi izleyip konuşması ve tanıtımı adına harcadığı yoğun çabayı da ekleyebiliriz. Bunun dışında filmin dünya pazarında dağıtımını üstlenen (ve ülkemizde de iki yıl önce faaliyete geçen) CJ Entertainment adlı şirketin Amerikan sinemasıyla sağlam ilişkiler kurduğunu ve önümüzdeki dönem çeşitli işbirlikleri yapmak üzere anlaştıklarını da belirteyim.
Genel olarak ekonomi-politik bir yanı da olan Oscar ödüllerinin bu yıl herkes için sürpriz olan kararının ardında pek çok sebep işlemiş görünüyor. Ayrıca Akademi üyelerine son yıllarda katılan genç kuşaktan sinemacıların görüşleri de yaratıcı, yenilikçi hikâyelere duyulan arzunun bir yansıması. 90 yıllık tarihinde genelde eski kuşağın değerlendirme ölçütleri etkisinde kalan üyeler, suya sabuna pek dokunmayan, “Ben sinemayım!” diye ortaya çıkan, Amerikan duygularını selamlamayı da ihmal etmeyen gösterişli filmleri ödüllendirmeye eğilimliydi. Eğer bu yıla özgü bir durum değilse Akademi’nin bir değişimden geçtiğini ve her anlamda kısırlaşan Amerikan sinemasının ülke sinemalarına kapılarını daha çok açacağını söylemek mümkün. Bu da hem film pazarının hem de ödül ve festival gibi etkileşimlerin renkleneceği anlamına gelebilir. Dünyanın iyi film üreten pek çok ülkesinde sinemacılar için yeni bir motivasyon oluşacaktır.
Bong Joon-Ho, ödül öncesindeki pek çok demecinde yeni ve farklı filmler izlemek isteyen Amerikan toplumuna seslenerek altyazıdan çekinmemeleri gerektiğini söylemişti. Ödüle uzanan süreçte yönetmenin içten çabasının arka planında ise son yirmi yıldır yıldızı yükselen Güney Kore Sineması’nın ürettiği birikim var. 1945’te Kore Cumhuriyeti ikiye ayrıldıktan sonra uzun yıllar bir ölçüde dışa kapalı, baskıcı bir yönetimin etkisinde kalan ve 1980’lerden itibaren görece özgürleşerek kapitalist üretim süreçlerine entegre olan Güney Kore, 90’lı yılların yenilikçi rüzgârlarını karşılayan ülke sinemalarından birine dönüştü. Tam da bu yıllarda dünya çapında üretime geçen yeni bir milenyum sanayi dalgasının gücüyle, sinema sektörü kendisi için özel bir sermaye üretmeyi başardı. Bununla birlikte, epey zorlu bir tarihsel perspektiften çıkıp gelen Kore kültüründe, her devirde yaşanan sıkıntıların yaratıcı sanatçıların farkındalığına büyük katkısı olmuş olmalı. Bu da Güney Koreli yönetmenlerin dünya çapında Hollywood’un temsilcisi olduğu basmakalıp gişe sineması karşısında son derece özgün bir alternatif sinema üretmelerini sağladı. Bong Joon-Ho’nun içinden süzülüp geldiği sinema, kendi geleneklerini oturtmuş, çarpıcı ve sert olmaktan korkmayan, sözünü sakınmayan ama sinemanın ne olduğunun da farkında olan kolektif bir emeğin bireşimi. Bu açıdan bakıldığında Akademi’nin bu ödülü vererek aslında yaklaşık yirmi yıldır dünyayı sallayan ve Hollywood’dan daha iyi filmler üreten bu sinema birikimine şapka çıkardığını ve artık hayranlığını açık ettiğini söyleyebiliriz. Tabii ekonomik-sanatsal işbirliği düşüncesinde olduklarını da unutmayalım. Güney Kore açısından bakarsak bunun gerçek bir kültürel zafer olduğu da ortada.
Peki, Güney Kore sineması dünyanın zirvesine nasıl çıktı? Her yaştan ve kesimden izleyiciyi sinemalarda bulamadılarsa dijital platformlarda bu filmleri izlemeye iten güç nasıl gelişti? En temelde elbette yeni nesil seyircinin kendini tekrar ede ede bıktıran yapımlardan kaçışı söz konusu. Gerçekliğe ve insanın çıkmazlarına yer veren, dürüst bir anlatı özlemi de cabası. Zaten bu durumun farkına varan Hollywood bağımsızları da benzer yollar takip etmeye başlamıştı. Güney Koreli yönetmenler, anlatılarını, kapitalist düzenin sıkıştırdığı, sıradan hayatlarda meydana gelen olaylar üzerine kurdu. Elbette pek çok filmde son derece ilginç ve olağanüstü olaylar da konu edildi ama hepimiz gibi sorunlara gömülmüş, çıkış arayan ve başına gelen dertlerle mücadele ederken insanlığını da yitirmemeye çalışan karakterler çoğunluktaydı. Seul gibi dünyanın en büyük kentlerinden birinde sermaye düzeninin derinleştirdiği sınıf farkının, yalnızlığın ve iletişimsizliğin, tarihsel süreçte Kuzey Kore ile yaşanan ayrılığın ve baskıcı yönetimlerin geliştirdiği sert anlayışın etkisiyle Güney Kore filmlerinde şiddetin sunumu adeta bir üslup gibi kendine yer buldu. Şiddet konusunda daha çekimser davranan ana akım sinema karşısında seyirci Güney Kore’nin samimi ve tavizsiz tavrını tercih etti. Dünya çapında hite dönüşen İhtiyar Delikanlı’nın (Oldeuboi, 2003) yepyeni bir trajedi olarak modern ahlâk üzerine anlattığı sert öyküyü kim unutabilir?
Güney Kore sineması bireylerin kapitalist sistem karşısında düştüğü çıkmazın fotoğraflarını çekerek, sinema aracılığıyla geniş bir kitlenin temsilini kurguladığı için de başarılı oldu. Bu kurgularda, işsizlik, devlet içinde çeteleşme, mafyatik yapılanma, kurumların yozlaşması, ahlâki ikiyüzlülük gibi temalar baskın biçimde yer aldı. Bong Joon Ho’nun uluslararası arenada tanınmasını sağlayan Yaratık (Gwoemul, 2006) filminde olduğu gibi, aşırı büyüyen şehirlerin yaratacağı tahribata ve çevre sorunlarına da yer veren, toplumsal tabanı ıskalamayan bu filmlerin en önemli erdemlerinden biri de tür sineması kalıplarıyla özgürce oynamalarıydı. Dünya sinemasında Amerikan sinemasının önderi olduğu tür filmi klişelerinin getirdiği tuzaklardan özenle kaçınan yönetmenler, seyirci için hazırladıkları biçimsel ve içeriksel oyunlar ve sürpriz sonlarla, zeminde anlattıkları dünya sorunlarına dikkat çekmeyi başardılar. Kendilerine has kolektif bir üslûp yarattıkları için bugün adını bilmeden izlediğiniz herhangi bir filmin Güney Kore sinemasına ait olduğunu bir bakışta anlamanız mümkün.
Bu özellikleri taşıyan iyi bir Güney Kore filmi izliyorsanız, her şeyden önce harika bir sinematografi ile karşılaşırsınız. Parazit’i izleyenler filmin görüntü yönetiminin, zengin ve fakir ailenin dünyalarındaki çatışmayı ve kesişim noktalarını nasıl özenle belirginleştirdiğini anımsayacaklardır. Özellikle de zengin evinin altındaki sığınak sahnelerinde kullanılan renk paletine ve çerçevelere dikkat edin. Bu sadece Bong Joon Ho’nun değil hemen tüm Güney Koreli sinemacıların dikkat ettiği bir unsur. Ayrıca saat gibi işleyen bir kurgu ve genellikle seyircinin gerilime ortak olmasını sağlayan bir tempo filmleri sürükler. Güney Kore’nin kaotik karamsar dünyasında alışılmış bir vakaya dönüşen şiddetse filmlerde estetik bir sertliğe sahip. Şiddetin sonuçlarına ve meselenin derinliğine indikleri için de şiddeti yüceltmek ya da buradan nemalanmak derdinde olmadıklarını anlayabilirsiniz. Bu açıdan bir Güney Kore filmi izlemek zorlayıcı bir deneyime dönüşse de filmlerde kullanılan her bir unsurun anlatıya ve toplumsal/bireysel bir sorunun aktarılmasına hizmet ettiğini söyleyebiliriz.
Henüz hiç Güney Kore filmi izlememiş ama Parazit’le birlikte bu ülkenin şaşırtıcı sinemasına daha yakından bakmak isteyen izleyicilerdenseniz yazıyı mutlaka görmeniz gereken Güney Kore filmlerinden bir liste ile bitirelim. Ayrıca paragrafı kapatmadan Güney Kore sinemasının Türkiyeli sinemacılara örnek olmasını ve belki önümüzdeki yıllarda dünya çapında etki yaratabilecek bir sinema oluşturabilmek için canla başla çalışmaları gerektiğini anımsatalım. “Bizim onlardan neyimiz eksik!” demek isterdim ama bu soruya verilecek yanıtlardan korkuyorum.
Sonraki sayıda görüşmek dileğiyle, sinemayla düşünün, sinemayla kalın…
(*) Mutlaka İzlemeniz Gereken 10 Güney Kore Filmi:
* Karanlık Sırlar ( A Tale of Two Sisters / Kim Jee-Won, 2003)
* Cinayet Günlüğü (Memories of Murder / Bong Joon-Ho, 2003)
* İlkbahar Yaz Sonbahar Kış… Ve İlkbahar (Spring, Summer, Fall, Winter.. and Spring / Kim ki-Duk, 2004)
* Ben Bir Robotum Ama Sorun Değil (I’m a Cyborg But That’s Ok /Park Chan-Wook, 2006)
* Ölümcül Takip (The Chaser / Na Hong-Jin, 2008)
* Ana (Madeo / Bong Joon-Ho 2009)
* Acı Tatlı Hayat (A Bittersweet Life / Kim Jee-Woo 2005)
* Hizmetçi (Housemaid / Sang Soo-Im, 2010)
* Ölüm Denizi ( The Yellow Sea / Na Hong-Jin, 2010)
* Şüphe (Burning / Lee Chang-Dong, 2018)