La Fonteine ve Masalları

Doğrusunu isterseniz, orta malı olmak, ortanın içinde, ortadan en çok kurtulanların başına geliyor. Bildiğiniz büyük şairler arasında konularını kendi uydurmuş, kimsenin bilmediği, yaşamadığı, düşünmediği şeyler anlatmış olanları arayın, zor bulursunuz.


La Fontaine, Fransa’nın küçük bir şehrinde, orta halli bir evde, 1621 senesinde doğmuş; en sevdiği çağdaşları ve dostları Moliere’den bir, Boileau’dan ve Racine’den on beş yıl önce. Biraz kırlarda, biraz okullarda dünyayı tanıdıktan, babasının gönlünü hoş etmek için biraz evlenip boşandıktan sonra Paris’e gelmiş, açık yüreği, hoş sohbeti, candan dostluğu, gülümser, acıyı tatlı eder filozofluğu, kimseyi kırmadan kimseye boyun eğmezliği, saygısızlığa, zevksizliğe, dalkavukluğa, fırsatçılığa düşmeyen şakalarıyla kendini sevdirmiş, hiç akademik olmadan akademi azası olmuş, kralı tutmadan kralca tutulmuş, dost evlerinde yata kalka, gönlünce okuya yaza, masallar dolusu güle söyleye yaşamış ve yetmiş dört yaşında, son masalı başında, uyur gibi ölmüş.

Bu şair, çağında, yaşayışı, davranışı, şiir anlayışı, edası ve üslubuyla tek basınadır; bununla beraber en fazla orta malı olmuş Fransız şairi de odur. Kendi kalarak herkesin olmak, La Fontaine’in en büyük özelliği bu. Anlattığı her masalın konusunu başkalarından, herhalde kendileri de başkalarından, en çok da halktan alan masalcılardan, Bidpai’dan, Ezop’tan, Phaidros’tan, İtalyan, Fransız yazarlarından, şundan bundan almış, yine de dünya edebiyatı tarihinde pek az şairin kalabildiği kadar kendisi kalmış.

Doğrusunu isterseniz, orta malı olmak, ortanın içinde, ortadan en çok kurtulanların başına geliyor. Bildiğiniz büyük şairler arasında konularını kendi uydurmuş, kimsenin bilmediği, yaşamadığı, düşünmediği şeyler anlatmış olanları arayın, zor bulursunuz. Bulsanız da öyleleri çoğu kez, kendince olmamak korkusuyla kimsenin bilmediğinden yana gidenlerdir.

La Fontaine orta malında kendinceyi bulmuş, bulduğu için de yeniden orta malı olmuş. Ne var ki, orta malı olan şair hayrat çeşme gibi bir şey oluyor. Üstelik kim olursa içiyor bu çeşmeden: Akıllı akılsız, namuslu namussuz, zengin fakir, hırlı hırsız içebildiği kadar içip, çeşmeden çok kendi kendini düşünüp gidiyor. La Fontaine’i öyleleri beğenir ki insanın bir daha okumayası gelir; öyleleri kötüler ki yaşa La Fontaine denir. Kimi öğretmenin elinde La Fontaine karınca gibi kalpsiz, tilki gibi hinoğluhin, aslan gibi haksız olur; kimi öğretmenin elinde de ağustosböceği gibi sevimli, güvercin gibi dost, geyik gibi haklı, tavşan gibi tatlı. Fransız edebiyat tarihinde bir bakarsınız La Fontaine’i öven övene; bir de bakarsınız yeren yerene. Kimi en büyük şairimiz der, kimi en büyük serserimiz. Kimine göre La Fontaine haktan yanadır, kimine göre haksızlıktan yana. Boileau’ya göre melektir, Rousseau’ya göre şeytan. Bir zaman da gelir herkes La Fontaine’de birleşir: Kralcı, La Fontaine’i kralca görür, kral düşmanıysa kral düşmanı. Her ideoloji onda, kendini destekleyecek bir şeyler bulur. Bir Fransız dostum bana: “Bizim okullarda La Fontaine okundukça bizde haklıyı haksızdan ayırmak zordur” demişti. Bu dostumun karısıysa, kocasına şunu söylemişti: “Ben seni La Fontaine’e benzeterek sevdim; dünyanın haksızlıklarla dolu olduğunu da ondan öğrendim.”

Bir de şu var: Bütün ünlü yazarlar gibi La Fontaine’i de herkes şundan bundan dinlediği, bilir gibi olduğu için okumaz; çocukluğundan beri bildiği birkaç masalıyla kalır. Onları bile kendince değil, şunun bunun anladığı gibi anlamıştır: Cimri karınca serseri ağustosböceğini kovmuş, kurnaz tilki budala kargayı aldatmış, güçlü kurt güçsüz kuzuyu yemiş… La Fontaine de aferin demiş, ya da hiç aldırmamış; dünya böyledir deyip geçmiş. Jean Jacques Rousseau’nun bile La Fontaine’i baştan sona alıcı gözüyle okuduğunu sanmıyorum. Okumuş olsa, La Fontaine’i hep kurnaz tilkiden yana olmak, çocukları baştan çıkarmakla suçlamazdı. Bütün bu hayvan masalları geniş bir insanlık komedyasının birer sahnesidir sadece. Bu komedyada iyi kötü her çeşit insan, zaman zaman rol değiştirerek, boyunu gösterir, gider. La Fontaine hepsini kuklacı gibi ve bütün tiyatro ustaları gibi, yukarıdan yönetir. Her masalın başında veya sonunda verdiği öğütler, bir taraf tutmadan çok, sahneye koyduğu parçanın bir özeti gibidir. Araya girdiği zaman, kendini belli ederek, parantez açarak girer, oyuncuların postuna bürünerek değil. O da kızıyor elbet dünyanın haline, komedyasına iyilerden çok kötülerin girmesine, kurtluğun, tilkiliğin insanlar arasında yürümesine; kızıyor ama şairce, vaizce, hatipçe değil. Şiiri bırakıp öfkesini Rousseau gibi mi anlatsın? İstese de yapamaz ki onun gibi. Şiir başka şey, nutuk başka; insanlığın halini görüp göstermek ya da sezdirmek başka, onu düzeltmeye çalışmak başka. İkisi aynı kapıya çıkar belki, ama çok ayrı yollardan. La Fontaine bir akıl hocası olarak okunur, okutulursa doyurmaz elbet; çocukları da, büyükleri de sıkabilir; ama bir de şair, komedya yazarı olarak ele alın, o zaman bakın tadına doyuluyor mu? Onun iyi bildiği şey ders vermek değil, kukla oynatmak. Oysa La Fontaine’i yüzyıllardır çokları masal yoluyla öğüt veren bir öğretmen gibi görmüş; onun için de masallarını daha çok çocuklara sunmuşlar. İşin tuhafı La Fontaine çocukları pek sevmez; hele hayvanlarına taş atan yumurcakları!

Bütün cömert sanat çeşmeleri gibi La Fontaine’den çocuklar da içebilir; ama La Fontaine masallarını onlar için yazmış olmak şöyle dursun, masalları çocukların elinden alıp, çocuk oyuncağı olmaktan çıkarıp, kendi oynamış onlarla; bir olgun insan eğlencesi yapmış masalları. Konuşan hayvanlar çocukları eğlendirebilir, belki biraz düşündürebilir de; ama aslanda, kurtta, tilkide, gazetelerde adı çıkan şu veya bu ünlü insanı görmek, kurtla kuzu masalını falan mahkemenin kararıyla birleştirmek hangi çocuğun aklından geçebilir? Geçmeyince de okuduğu ha La Fontaine olmuş, ha da herhangi bir hayvan masalı. Ancak büyüdükten sonra anlar La Fontaine’in ne demek istediğini. Ne kurtlar arasında yaşadığını çocukken ne bilsin?

Gerçi La Fontaine’in bir çocuksu tarafı yok değil; bütün gerçek şairler gibi o da çocukluğunu yitirmemiş, ya da kırkından sonra yeniden bulmuş. Ama bu bir başka çocukluk, yumurtanın değil, düşüncenin kabuğunu kırarak ulaşılan bir çocukluk. La Fontaine de oynuyor; ama evin avlusunda okulun avlusunda değil, insanlık pazarında; bilyalar, bebeklerle değil, tanrılar, krallar, kahramanlar, papazlar, softalar, zenginler, cimriler, şarlatanlar, bilgiçler, dedikoducularla. Nice çağdaşlarının birer çocuk gibi kandığı nice yalanlara, Racineİeri, Corneille’leri bile büyüleyen gösterişlere kanmamış, masalların dokunulmazlığı içinden nice koca bebeklere kıs kıs gülmüş. Böyleyken yine de fazla ciddiye alınmayıp çocuklara mal edilmesi fena olmamış belki de. Bu sayede masallar bir hürriyet kazanmış, alay ettikleri evlere, kafalara girmiş, papaz kitaplarında bile yer almışlar.

Masalların hür havası La Fontaine’e Fransız dilinin bütün incelikleriyle oynamak imkânını vermiş. Köylü ağzından kral ağzına kadar nerede bir hoş deyim bulmuşsa almış, öyle de tadını çıkarmış ki, kendi uydurmuş gibi gelir insana. O kadar ki La Fontaine’de şiirin kendinden mi, yoksa düpedüz halkın dilinden mi geldiğini kestiremezsiniz. Milli şair asıl böylesine denir, bence: Kendini milletinin dilinde buluyor, milleti de onun dilinde kendini. Onunla çarşı pazar şiire, şiir çarşı pazara giriyor. Bakıyorsunuz, en bayağı, en orta malı söz, beklenmedik bir anlam kazanıvermiş, ya da kaybettiği bir tadı yeniden bulmuş; filozofların kullandığı bir terimse farenin, kurbağanın ağzında sokağa düşmüş; yalnız tümcedeki yeri değişmekle bir kelime bütün bir yergi, ya da övgü olmuş. Öyle bir dil harmanı ki bu, sözler bir savruluşta öz oluveriyor. La Fontaine Fransız çocuklarına asıl bu yanıyla faydalı olsa gerek. Dillerini ustaca kullanmasını en çok ondan öğreniyorlar: İster istemez ezberledikleri masalların dil kıvraklığı, her şeyi kısaca anlatıverme gücü, söz yerindeliği ömürleri boyunca örnek oluyor onlara. La Fontaine’in ahlak hocalığı dil öğretmenliği yanında sönük kalır. Ona en büyük Fransız şairi demeleri daha çok dilinden ötürüdür.

Masalların kuruluşu da örnek olmaya değer. Çeviri ne kadar kötü de olsa, yapının sağlamlığı şiiri kurtarıyor. Okuyun bakın, nasıl bir çırpıda dekoru çizip, şahıslarını en kestirme yoldan sokuveriyor içine; nasıl ayrıntıları yerinde ve tadında işe karıştırıp bütünün emrine veriyor; kimi yerde hızlanıp kimi yerde yavaşlayan, bir hoplayıp bir süzülen anlatış ne rahatça bitiveriyor.

La Fontaine’in insanı sıkmaması, anlattığı masalın konusundan değil, hele verdiği öğütlerden hiç değil; anlatışın çevikliğinden, masalın takıntısız gelişmesinden geliyor. Bildiğiniz bir konuyu yeniden tanır gibi olmanız da bundan.

Bizim edebiyatımızda La Fontaine gibisi neden yetişmemiş dersiniz? Ezop’un Anadolulu olması bir yana, bizim kadar masal dinlemiş, Hint’ten, Çin’den, Arap’tan, Fars’tan masal getirmiş, efsaneleri katmış, karıştırmış millet azdır. Sadi, Mevlana gibi büyük saydığımız şairler de masalları küçümsememişler. Üstelik halkımız Nasreddin Hoca diye eşsiz bir masal kaynağı da yaratmış. Hâlâ bugün çoğumuz inanışını, görüşünü bir masal yardımıyla anlatır. Gazetelerde politik fıkra yazarları masalsız edemez. Öyleyken, çığır açamamış birkaç eski şairimizi çıkarırsak, kimse masal değerlerimizi şiire aktarmayı iş edinmemiş.

Orhan Veli’nin ömrü yetseydi, belki geçim zoruyla başladığı Nasrettin Hoca masallarım daha öteye götürürdü. Başkası pek çıkmadı, Orhan Veli’den daha da genç ölen Muzaffer Tayyip Uslu da La Fontaine’e duyguluca dokunuvermişti:

Gel etme karınca kardeş, Ağustosböceğine acı. Onun mu kabahat sanki Şarkı söylediyse bütün yaz.

Divan şiiri zaten masal anlatmaya elverişli değildi. Masalların sahici Türkçeliği bir yana, yalan içinde gerçekliği, din, devlet dışındalığı, bir de beyitlerin kısa soluklarına sığmazlığı onları edebiyat dışı bırakıyordu. Tanzimat’tan sonra Batı’ya özenen şairlerimizse anlaşılan masalları yeterince Batılı görmüyorlardı. Daha sonrakiler, yeniler, İkinci Yeniler çağdaş Batı şiirine çevrik oldukları ve onda şimdilik masala pek yer verilmediği için La Fontaine gibileri çocuklara bıraktılar. Oysa asıl Batılı şiir masal gibi konuşan, anlatan, uzun soluklu, başlı sonlu, gelişmeli şiirdir. Öbür türlüsünü, kesintili, tutarsız, zaman dışı şiiri Doğu, hatta Uzakdoğu Batı’dan daha iyi kıvırmıştır.

La Fontaine’i Türkçeye çevirdikçe sevdim, sevdikçe de çevirdim. Bizim halk dilimiz adsız La Fontaine’ler yoğurmuş olacak ki, bu yaman dil ustasının deyişini değilse bile deyimlerini, özel tadını değilse bile anlam zenginliğini, anlatım imkânlarını, düşünce oyunlarını, taşlama inceliklerini karşılamakta pek zorluk çekmedim: Aradıkça La Fontaine’ce söz çok bulunuyor Türkçede, hele köy Türkçesinde. Fazla mahalli olmaktan korkmasam, La Fontaine’e tıpatıp uyan birçok köy deyimi kullanabilirdim. Âşık Veysel size köy diliyle hayvan masalları anlatsa da dinleseniz: Çil horozunan ak tazı dimişler, gidek yâd elde bir köy şenedek… Bir dağın koyağında eğlenmişler… Horuz çıkmış (adını unuttuğum bir ağacın) doruğuna, edirafı kişiflemeğe… Tazı yatmış gıllı bir dikenin dibine… Tülkü demiş ufuktan, sen ne aran bu yanda… Birlik gurak sizin köyü… Bizim köyün muftart şu kâfilin dibinde… Tazı kapmış koparmış tülkünün kuyruğunu… Zor şenedirsiniz bu köyü, demiş tülkü…

Halkın diline dayanmamakla eski edebiyatımızın neler kaybettiğini göstermek, bu çevirilerde güttüğüm amaçlardan biri oldu. Bugün bile asıl Türkçeyi, halkın Türkçesini, ne kadar az biliyoruz. Çevirme zorluklarımızdan çoğu Türkçe’nin değil, bizim darlığımızdan, deyimlerimizi yarım yamalak bilişimizden, kullandığımız kelimelerin nerden nasıl geldiğini bilmeyişimizden geliyor. Bereketli topraklar üstünde kıtlık içindeyiz bu yüzden. Yeni romancılarımızın, şairlerimizin dilini fazla halkçı, bundan ötürü de “gayri ciddi” bulanlar edebiyatta ciddiliğe ancak bu yoldan gidilebileceğini bilmiyorlar.

Yazan: Sabahattin Eyuboğlu


%d blogcu bunu beğendi: