Selcan Kırnal’ın kaleme aldığı Klaros Yayınları etiketiyle yayımlanan Pipo İçen Kadınlar yazarın ilk öykü kitabı olma özelliğini taşıyor. Toplamda 12 öyküden oluşan ve her öykünün bir kadın kahramanın yaşantısı üzerinden şekillenmiş olması kitabı özel kılan nedenlerin başında geliyor. Peyniraltı, Başka Peron, Edebiyathaber, Yeni Papirüs gibi mecralarda öykü ve şiirleri yayımlanmışken şimdilerde Şahsiyet Dergisinde yazı işleri sorumluluğunu yerine getiren yazar, “kadın” temasıyla çıkıyor bu heyecanlı yolculuğuna. Edebiyatın, özellikle de, Sait Faik’lerin sesi soluğu olmuş yazar tüm enerjisini anlamaya ve anlaşılmaya adamış.
“Evimizin önündeki beton yolun sağında, boylu boyunca uzanıyordum. Annem kırkıma mevlit okuturken, benim etim kemiklerimden ayrılıyordu. Üzerimde otlar bitmiş, ortancalar teneke kutulara dikilmişti. Karnımın patladığı gün dışarıya ses gitti mi, bilmem.”
“Kaburgadan Yaratılmamışlar İçin” mottosu ile hayat bulan bu öykü derlemesi hiç şüphe yok ki Çağdaş Türk Edebiyatı içinde önemli bir yer edinecektir. Yazar Selcan Kırnal, öykü yazmaktaki ustalığını sergilediği bu eserinde betimlemeler konusunda da ne kadar iyi olduğunu gözler önüne seriyor. Öykülerinden bazılarını okurken hınca hınç dolu bir tiyatro gösterisinde canlanmış kadın kahramanların hayaliyle karşılaşmak şaşırtmasın sizi. Kim bilir
belki de günün birinde yazarın tiyatro metinleri ile de buluşuruz. Bu temennimiz için uzun zamanlar boyunca bekleyeceğimizi de biliyoruz ne yazık ki. Ülkemizin içinde bulunduğu koşullar üzülerek söylemek gerekir ki edebiyatı, felsefeyi ve sanatı desteklememekte. Artık “Bir şey bilmemenin onurunu” kuşanmış sokaklar dolusu insan, “hayat okulu” denilen saçmalığın arkasına gizlenerek ket vuruyor yüzyıllardır biriktirdiklerimize.
“Güneş tam tepede. Perde, O’nu son kez görebileceğim şekilde hafif aralık. Bu saatlerde hep mutfakta olur. Muz likörü ile birlikte içtiği sade kahvesini hazırlar. Düşünmeye vaktim var hâlâ. Olmaz, vazgeçemem. Bu kez sadece gözlerim kalacak tavanda. Kocamla sevişirken, O’nu düşündüğüm anlar yığını asılı duracak beyazın mahreminde. Kimse dokunamaz onlara.”
İlle de okumalıyız dediğimizde suratlarında beliren o iğrenç sırıtışlar lekeliyor yazdıklarımızı, çizdiklerimizi ve notalara döktüklerimizi. Tüm bu olanlardan sonra yayınevlerine dönüp bakıyoruz ve ne görüyoruz dersiniz? Filmi, dizisi ya da oyunu yapılacak olan kitaplar başköşelerinde altın varaklı süslerle tezgâhlanırken güzelim yazarlara sorulan ilk soru “sosyal medyada kaç takipçin var?” oluyor. Artık iyi bir yazar olmayabilirsiniz; tebrikler, korkmayın!
Biraz para ile “iyi” editörler tutar “iyi” kitaplar yazabilirsiniz. Sonra da “sıkı” bir reklam çalışması ile çok satanlara girer boy boy fotoğraf paylaşırsınız. “Bu konuları açmaya gerek var mıydı?” diyenleriniz olacaktır elbette; birilerinin söylemesi ve tarihe not düşmesi gerekir, öyle değil mi? Bilinsin istiyoruz her şey; bu topraklardan iyi eserler “çıkmayışının” sebebi yukarıda anlattığımız kokuşmuş kalabalığın, pazar düşkünü sermayedarların ortak hırsının olduğunu. Bir elin parmaklarının sayısını geçmeyen birkaç yayınevi varlık yokluk savaşında mücadele ederken, yayımladığı kitaplara dahi sahip çıkmayan yayınevleri ile dolup taştı bu topraklar.
“Öpülmemiş parmaklarıyla. Uzakları görmemiş gözleri, yılgın. Üç çocuğa ninni söyleyen ağzı, sevda sözleri fısıldamamış başka bir kulağa.”
Devam edelim kitabımıza, bildiğimiz kederli Anadolu kadınının duyulmaz ve görülmez acılarına şahitlik ederek başlıyoruz ilk öyküye. Yazarın şiirsel anlatımı iki kardeşle evlendirilmiş ve otuzundan sonra bir gözü toprağa bakan, kadınlığı unutturulmuş insancıkların hüzünlü hikâyesi ile ses veriyor bizlere. Öykülerinde çok farklı sınıflardan kadınların başka başka dertlerine ortak oluyoruz; küçük ve tatlı tebessümleri ile içimizi ısıtıyorlar kimi zaman. Hurdacı Cevriye, Gün Görmemiş Füsun, Edebiyat Öğretmeni Nazenin ve Şoför Neriman… Hepsinin hikâyesi örtülü bir yaşanmışlığın artığı olarak dökülüyor okuduğumuz kâğıda. Kalabalığın baskıladığı, dile getirilmesin diye adeta iki dünyayı başımıza yıkan o güçlü vurgunu ile batıp gidiyor bu hayatlar. Ne bir ses ne bir görüntü kalıyor geriye. Artık suçlu aramıyoruz. Yaşıyoruz, yaşamak denilirse…
“Dolabın içine girip gözlerimi kapadım. Küçük kadınların, küçük adamların ve yeşil saçlı bebeklerin arasına karışmayı diledim.”
Büyülü evlerin, gölgede kalmış yüzlerin hikâyesi bu öykü derlemesi. Sevginin dahi ulaşamadığı, iyileştirmeye yetmediği o bilinmez hayatları aramış ve bulmuş yazar Selcan Kırnal. “Bilinmez” derken, o şaşalı kalabalıkların yakından tanıdığı ancak bir türlü görmek istemediği umutsuz kadınlardan bahsediyor Pipo İçen Kadınlar. Ölümü arzulayanlar, hemcinsinin kuyusunu kazanlar, ölümden kaçanlar ve dahası. Ülkemiz kadınının çelişkisi de
böyle başlamıyor mu? Yazar, kadın olmanın daha da zor olduğu günümüz koşullarından örneklerle sürdürüyor dile getirilmeyenleri. Çare yok; susmakta, yazmakta. “Bu bir görev!” diyor yazar. Anlatılmalı, eskiler ve yeniler bir kez daha çıkmalı gün ışığına ve sorgudan geçirilmeli tarih.
“Eve neden geç geldin, öl!
Sen dulsun; hareketlerine dikkat et, yoksa öl!
Piçine sahip çık, öl!
Babanaabineamcanadayına karşı gelme, öl!”
Koli Koli Kemiklerim isimli öyküde geçen bu satırlar, dayısı tarafından öldürülen ve kemikleri 21 yıl boyunca saklanan Aynur için yazılmış. Okurken ellerinizin titremesine ve yüreğinizin sıkışmasına neden olacak gerçeklerle örülü bu öykü, yaşanmamasını arzuladığımız kötülüklere savrulmuş bir karşı duruşu anlatmakta. Güzel günleri dilemekten bile uzak kalmış bedenlerin ağrılı birer ninnisini seslendiriyor öyküler. Uzaklardan, en derinlerden yükselen bu işitilmesi güç seslerin duyulması umuduyla okuru bol olsun diyorum Pipo İçen Kadınlar’ın.
“Ben seninle gülemedim ama seninle ağlayacağım Gülizar.”
* İtalik kısımlar yazarın “Pipo İçen Kadınlar” isimli kitabında geçen öykülerden alıntıdır.