Sosyal medyada bu aralar sıkça kullanılan bir tabir var, rastlamışsınızdır; “Yemin edebilirim ama ispatlayamam”. ‘Beyaz Kitap’ı anlatmak için de çok uygun bir ifade bu: Han Kang’ın bu kitapta dehşetli bir şeyler anlattığına yemin edebilirim ama ispatlayamam.
İspatlayamam çünkü yazar, Türkçeye de çevrilen diğer iki kitabı ‘Vejetaryen’ ve ‘Çocuk Geliyor’da olduğu gibi bu kitabında da çok sakin bir ton benimsemiş. Üstelik kitabın teması, huzur ve masumiyet atfedilen bir renk, beyaz… “Beyaz şeylerle ilgili yazmaya karar verdiğim bahar, ilk yaptığım bir liste çıkarmak oldu. Kundak, zıbın, tuz, kar, buz, ay, pirinç, dalga, beyaz manolya, beyaz kuş, beyaz gülümseme, beyaz kâğıt, beyaz köpek, beyaz saçlar, kefen. Her bir sözcüğü yazarken tuhaftır, çok sarsıldım (…)” Kitabı aralayınca okurun karşısına çıkan ilk cümleler bunlar. Ama ne yazarın üslubu ne de temanın ferahlatıcılığı ‘Beyaz Kitap’ın yaşam, ölüm ve aile üzerine yazılmış en sarsıcı metinlerden biri olduğu gerçeğini değiştiriyor.
Yazarın önceki kitaplarını okuyanlar bir Han Kang eseri karşısında her an tetikte olmak gerektiğini bilir. Kang, çok ‘düz’ bir cümleyle yeri okurun ayağının altından kaydırabilir çünkü. Uzun süredir baktığınız, durağan bir sahnede öylesine bir detay olarak yer alan cesedi bir anda fark etmiş gibi irkilirsiniz. Ve o, aynı sakinlikle sadece konuyu değiştirir.
Romanın da öykünün de kalıplarına tam oturmayan, belirgin bir olay örgüsü içermeyen kitap, otobiyografik özellikler taşıyor. Han Kang, Varşova’da katıldığı bir misafir yazar programı esnasında şekillendiriyor bu anlatıyı. Dilini bilmediği ama acılı tarihinden çok etkilendiği bu şehri keşfederken kendisini aile tarihinin karanlık köşelerini kurcalarken buluyor. Doğduktan sonra sadece iki saat yaşayıp ölen ablası üzerine düşünmeye başlıyor.
Psikolojide doğumdan önceki aile hikâyesinin kişinin hayatında önemli izler bıraktığını savunan görüşler var. Aile geçmişindeki göç, savaş, kayıp gibi olayların bunlar yaşandıktan çok sonra doğan çocuğun karakterinde ve hayatında büyük etkisi olduğunu savunuyorlar. Üstelik bunun için bu trajik hikâyelerin çocuğa doğrudan anlatılmasına gerek bile olmadığını söylüyorlar. Kişinin taşımakta zorlandığı ve nereden sırtlandığını bilemediği yüklerin kaynağını köklerinde araması gerektiğini iddia ediyor, bunlarla yüzleşilmesi ve mümkünse de vedalaşılması gerektiğini öne sürüyorlar. ‘Beyaz Kitap’ için de bir çeşit vedalaşma denebilir.
Çok genç bir kadının bebeğini bir köyde yalnız başına doğurması, onu “Ölme, yalvarırım ölme” cümlesiyle yaşatma çabası, bebeğin ömrünün iki saat sonra bitmesi, taze babanın çocuğunu gömmek üzere bir dağın başına çıkması… Kang’a miras kalan aile öyküsü aşağı yukarı böyle. Bu mirastan doğan soruların ilki de şu: “Eğer ablam yaşasaydı…” Bu ihtimalde kendisinin var olmayacağını düşünen yazar, dünyaya biraz da ablasının gözleriyle bakmaya gönüllü oluyor: “Senin gözlerinle beyaz bir marulun en derin ve en taze yerini, en lezzetli yeri kabul edilen göbeğini göreceğim.”
Karlı olması beklenen önümüzdeki günlerde bu tekinsiz kitabı mutlaka okuyun. Salt temizlikten, huzurdan, masumiyetten ibaret olmasa da biraz beyazlık hepimize iyi gelir.
BEYAZ KİTAP
Han Kang
Çeviren: Göksel Türközü
April Yayınları, 2021
152 sayfa, 24 TL.