Bir zamanlar ölümün kaçınılmaz son olduğuna inanırdım. Yıllar düşüncelerime zaten birtakım şüpheler serpiştirdiyse de evvelki hafta yaşadıklarım bu inancımı yerle bir etti. Kader, rastgelelik, şans gibi kavramlar, üzerime çullanan birkaç kırılma anıyla kafamda uçsuz bucaksız bir girdap yarattı. Hayat çizgisinde uzun süre aydınlık üzerinde yürürken birdenbire nasıl da karanlığa geçiş yapıldığını tüm yıkıcılığıyla hissettim.
Örneğin, uykudaki on binlerce insanın hoş rüyalar görürken, beton yığınları altında kalıp can vermeleri aniden gelen bir depreme ait kırılma anıdır. 1999’da bizzat tecrübe ettim, yakınlarım bu yüzden öldü, on altı daireli apartmandan sağ çıkan tek canlı bendim. Rüzgârlı bir kış gecesi, bir odada uyuyan altı kişiden beşinin soba dumanıyla nefessiz kalması zehirlenmeye ait sinsi bir kırılma anıdır. Şantiyemdeki işçilerimin, kış ayazındaki sonları böyle gerçekleşti, zehirlenmeyen şanslı kişi bendim. Bir diğerinde, iki tır arasında sıkışıp hurdaya dönen otomobilimden insanların hayretleri içinde, burnum bile kanamadan çıktım. Tüm bu dehşet sahneleri bir yana, bazı kırılma anları vardır ki onun mümkün olamayacağını düşünürsünüz. Anlatacağım işte böyle bir hikâye.
Pazar sabahına yeni uyanmıştık, bedenimize temas eden sıcaklık, ara sıra esen rüzgârın verdiği serinlik şairaneydi, saat sabahın yedisiydi ve kuş sesleri her şeyden güzeldi. Misafirime birkaç dakika çevreyi tanıttım, önemli biriydi, çoğu önemli insan gibi onun da zamanı kısıtlıydı. Sandalyeyi göstererek, “Buyurun,” dedim.
Gazeteci etrafa bakınırken, “Harika bir yer,” deyip oturdu. “Makinalar buraya kadar ulaşsaymış yazık olacakmış.”
“Şimdilik durdurmayı başardık. Çay alır mısınız? Yeni demlendi.”
Çadırımın önündeki küçük masada oturuyorduk, önümüzde iki çay bardağı, elektrikli semaver, ayrıca taze erik, kiraz dolu bir tabak vardı. Görüşme için hazırlık yapmayı ihmal etmemiş, zemin etüdü raporlarını, ekolojik etki analizlerini akşamdan dosyalamıştım. Yalnız değildik, Kara da bizimleydi, o bir av köpeği ve bizim üç haftadır yanımızdan ayrılmayan dostumuzdu.
Kayıt alacağı telefonunu ayarlarken, “Sabahın bu saatinde çaydan güzel ne olabilir ki?” dedi. Çayları doldurdum. Gazeteci tatlandırıcı atıp karıştırdı, bir yudum aldı, yüzüne geniş bir tebessüm yayıldı, “Baştan alabilir miyiz? Kaydı özel arşivim için yapıyorum.” Kafamla onayladım. “İsminizle mesleğiniz?”
“Koray Tokkaya. Enerji mühendisiyim.”
İki gündür ağrı içindeki boynuma bir boyunluk takılıydı, çadır alanımızdaki doktor, tutulmayla sertleşmenin yediğim sert rüzgârdan kaynaklandığını söyledi. Yaz mevsiminin ortasında bulunmamıza rağmen, hava akşam saatlerinde serin, rüzgârlı seyrediyordu. Boyunluk hareketlerimi, konuşmamı yavaşlattığı gibi espri anlayışımı da köreltmişti.
“Ayrıca bir uzman olarak buradasınız yani,” diyen gazeteci, ayakkabısını koklayan Kara’nın kafasını okşadı.
“Bir bakıma öyle.”
“Önce çevreden bahsetmenizi rica edeceğim.”
“Tabii. Yatağına onlarca çadır kurduğumuz bu derenin adı İstanbuldere.”
“Çadırlar ne zamandır burada?”
Yarı futbol sahası büyüklüğündeki çimenlikte rengârenk, bir gökkuşağını andıran otuz iki çadır kurulmuştu, sahiplerinin çoğu semtin yerlisiydi, uzaklardan gelip bize destek verenler da vardı. Bir kısmı tek kişilikti, bir kısmındaysa aileler yaşıyordu ama tek vücut halinde hareket ediyorduk. Birlikte uyanıyor, birlikte yemek hazırlıyor, birlikte şarkı söylüyor, oyunlar oynuyor, hikâyeler anlatıyorduk. Dere, insanları yakınlaştırma konusunda inanılmaz bir terapistti.
“Yirmi üç gündür buradayız.”
“Amacınız burayı işgal etmekti, öyle mi?”
Konuşmayı cihaza kaydederken not da alıyordu.
“İşgal? Tam olarak öyle denemez. Burası zaten bize ait. Bir işgal varsa bunu yapan biz değiliz.”
“Peki.” Cevabım hoşuna gitmişti, gözlerinin bir an parladığını fark ettim. “Neden şehir merkezini değil de burayı seçtiniz?”
Kara, yalnızca kendi gördüğü bir şeye havladı. Kolumla işaret ederek cevapladım. “Çünkü bir kilometre batıda yapımı süren baraj için dereyi bu noktadan keseceklerdi. Burası dere yatağının en geniş yeri, ayrıca burada istediğimizde karşıya geçebileceğimiz bir köprü var.” Baraj, bir elektrik santrali için yapılıyordu. Elektrik santralleri bizler için yeni bir icat değildi ama yaşadığımız yerin sömürülmek istenmesine yabancıydık. İnsanlar evlerini kurdukları topraklarda iradeleri dışında bir yıkımla karşı karşıya kaldıkları için mutsuzlardı. “Şu köprüye bakar mısınız?” dedim. Gazeteci aceleyle arkasına dönüp baktı. “Onda ne görüyorsunuz?”
Bir süre duraksayıp düşündü. “Eski. Her an yıkılacakmış gibi.”
“Üzerinde yürür müydünüz?”
Kaşlarını çatıp boynunu ileri uzattı. “Güven vermiyor. Mecbur kalmadıkça yürümem.”
“Rahatsız edici, değil mi?”
“Evet, evet,” derken bana doğru döndü.
“Aslında rahatsızlık yaratan şeyler maddeler, ruhsuz nesneler değil, onlarla ilgili algılarımızdır.”
“Anlamadım.”
“Maddelerde sorun yok, sorun kafada. Şimdi ben de köprüye bakıyorum. Onda gördüğüm şey çocukluğum. Yol daha kapanmamışken üzerinden geçen insanlar, otomobiller,
kamyonlar, at arabaları. Alt kısmında oynadığımız oyunlar.”
“Hatıralar.”
“Hatıralar ve izlenim. Maddeler durdukları yerde dururlar. İyi veya kötü, onları anlamlandıran bizleriz.”
Gazeteci kelimeyi geveleyerek, “Anladım,” dedi. Bense bundan emin değildim.
Gözlerini, uzaktaki şantiyeyi görmek istercesine batıya çevirdi. “Dereyle ilgili özel şeyler söyleyebilir misiniz? Bir anı olabilir veya ne bileyim, sizin için anlamı nedir mesela?”
Çayından bir yudum aldı. “Birkaç sıcak anı insanları konuya yakınlaştırır.”
İstediğim şekilde ılıyan çayımdan ilk yudumlarımı aldım, kokusu, rengi, lezzetiyle tam kıvamındaydı. “Oyun çağımızda biz ona boklu dere derdik. Suyu her zaman tertemiz aktığı halde ona neden boklu dere dediğimizi bilmiyorum. Evlerimiz dereye bir taş atımlık mesafedeydi. Biz dere kenarında büyüyenler, şartlar ne olursa olsun, yüksek sesle konuşmamızı ona borçluyuz.”
“Karım da dere kenarında büyümüş olmalı,” diye mırıldandı. “Sizinki normal seviyede, endişe etmeyin.”
“Çünkü benimle tartışmıyorsunuz.”
Gazetecinin dudaklarından kahkaha dökülürken devam ettim: “Ortaokul çağlarında balık tutarak ondan beslenmeyi öğrendik.”
“Burada balık mı var?”
“Sandığınız gibi değil. Tesislerden kaçan alabalıklardı, onları ellerimizle yakalıyorduk, şu an düşününce nasıl yapabildiğimize şaşırıyorum.”
“Gençlik ateşi her şeyin üstesinden geliveriyor. Devam edin lütfen.”
“Dere muazzamdı. Sıcak havalarda suyunda kulaç atıp serinledik. Çoğumuz yüzmeyi gölde değil, derede öğrenmiştik. Sizi rahatsız eden şu köprüden aşağıya misina sallayıp kurbağa yakaladık. Bizi affetsinler. İçinde kıvrılan yılanları uzun sopalarla alt etmeye çalıştık. Hepimiz küçük birer caniydik. Çingene mahallesindeki çocuklarla aramızda sınır oldu, farklı yakalarında mevzilenip taş savaşı yaptık. Kafamız yarıldı, kafalar yardık. İlk stratejilerimizi onun eteklerinde tasarladık. Akşam olduğunda kenarında toplanıp hikâyeler anlattık, onun sesi bize eşlik etti. Ve maalesef, büyüyüp şehir dışına çıktığımızda birçok şeyle beraber onu da unuttuk.”
“Çocukluğunuzda geniş bir yere sahip.”
“Şimdi anlatınca, birçok şeyi ilk kez derede yaptığımı fark ettim.”
Gazeteci, kalemini defterinde iştahla gezdirirken, “Sonra ne oldu?” diye sordu. “Şimdi neden buradasınız?”
“Sonra bir haber geldi memleketten. Bu defa bizim onu taşımamız gerekecekti. Bunun için yola çıktık. Ve buradayız. Biz topraklarımızın neyi kabul edip neyi etmeyeceğini biliriz. Size bir hikâye anlatmamı ister misiniz? Buraya ait bir hikâye.”
“Memnun olurum.”
“Önce şu kalemle defteri elinizden bırakın lütfen. Hikâyeler böyle dinlenir.”
Kopya çekerken öğretmenine yakalanmış bir öğrenci gibi şaşkınca kalemini, defterini masaya koydu.
“Teşekkür ederim. Şimdi arkanıza dönüp şu yüksek tepelere bakar mısınız? Bundan on beş yıl önce bu dağ bloğunun her yeri yemyeşildi, özellikle sol tarafa, elektrik kulesinin olduğu yere bakın. Ne görüyorsunuz? Dağın bölge bölge tıraşlandığını değil mi? O elektrik kulesi oraya ağaçlar kesildiğinde yerleştirildi. Ağaçların yerine yüzlerce ev yapıldı. İş sadece evler için kesilen ağaçlarla kalmadı. Evlerin elektriğe, yola, tenis kortlarına, halı sahalara, bir sürü ıvır zıvıra daha ihtiyacı vardı. Ağaçlar hepsine engeldi, bir güzel kesildiler. Görüyorsunuz ya. Tüm o lanet şeyler için feda edildiler.”
“Trajedi.”
“Maalesef. Gölün kenarından bir otoyol geçer, bilirsiniz. Eskiden insanlar o yolu kullanırken kafalarını çevirip bu yeşil dağlara bakarlardı. Şimdi, özellikle son birkaç yıldır, duyduğuma göre, bunu yapmıyorlar. Beton yığınları onları rahatsız ediyor. İstedikleri görüntü bu değil.”
“Kızım Sakarya’da iletişim okuyor, son sınıfta. Birkaç yıldır o da üzüntüyle bahseder bu betonlaşmadan.” Kepini masaya koydu. Cebinden bir mendil çıkarıp boynunu, alnını sildi. Çaylarımızı tazeledim. “Havuzlu evlerini tepeye yapıp gölü ayaklarının altına almak isteyenler var. Nefes almamızı sağlayan alanları satın alarak işe koyuluyorlar. Bu büyük bir bencillik. Tepeden görmek istedikleri göl de diğerleri tarafından kurutuluyor. Gölün suyu her yıl biraz daha çekiliyor, yeşil dağlarımız betonlaşıyor. Belki yakın bir gelecekte ne göl kalacak geriye ne de yeşillik.”
“Kendi kendini yiyen bir yılan gibi,” diyen gazeteci çayına bir tatlandırıcı atıp karıştırdı.
“Umarım o günleri görmeyiz.”
“On beş yıl önce, ağaçlar kesilmeye başlandığında buna karşı çıkmıştık. Bölgeye yerleşim izni verilmemesi, ormanlara dokunulmaması, en azından bunun makul oranda tutulması için sayısız talepte, şikâyette bulunduk ama makinalar çalışmaya devam etti. Bu dosyalarda uydu görüntüleri mevcut. O kadar çok ağaç kesildi ki bunun bir felakete dönüşeceği belliydi. Biz gördük ama onlar göremediler. Birkaç sivil toplum örgütü uyarılarını tekrarladı. Basının ilgisini çekmeye çalışsak da başaramadık. Yağışlı bir bölgede bu kadar ağaç kesilmesi büyük bir riskti. Kimse bu riski önemsemedi. Bizi dinleyen olmadı. Ağaçlar kesildi, dev makinalar geniş çukurlar açtı, yeşil örtü kahverengi toprağa döndü, hayvanlarla böcekler başka yaşam alanlarına göç etti.”
Gazeteci, cebinden bir sigara çıkardı. “Müsaade var mı?”
“Rahat olun.”
Tütünü yakıp derin bir nefes aldı, canı sıkılmış, gözlerini karşı tepeye dikmişti. “Bu çok çirkin bir manzara.”
“Çirkin ve ölümcül. İlk başlarda, yeşil dağ bloğuna yapılmış kahverengi bir yama gibi görünüyorlardı. Hâlâ öyle. O yıl, ömrümde gördüğüm en fazla yağışı almıştı burası. Kesilen ağaçlar için bir isyandı belki. Sonuçta toprağa dönüşen hektarlarca alan, yağışın etkisiyle kaydı. Toprak durdurulamayacak bir şekilde kayarak ilerledi. Bölge engebeli olduğu için, sitelerin kurulacağı arazilere çekilen istinat duvarları yıkıldı. Toprak, duvar, su bir gece vakti yüzlerce metre yol alıp köylerdeki bazı evleri yuttu. Dört kişi bu yüzden öldü. Ama makinalar birkaç ay sonra çalışmayı sürdürdü. Kötü sonla biten bu hikâye de unutuldu.”
Gazetecinin gözü yamalı tepelerden bir an olsun ayrılmadı. “Dört insan,” diye mırıldandı. “Santral için de aynı uyarıları yaptınız mı?”
“Tabii.”
Not defteriyle kalemini eline aldı. “Santral inşaatında yine benzer riskler bulunuyor öyleyse.”
“Raporlar tüm riskleri ortaya koyuyor.”
Hazırladığım dosyayı ona uzattım. “Bunlar ayrıntılı analizler, teknik terimlere takılmayın, önemli yerlerin altını çizdim, sadece onları
okuyarak da çoğu şeyi anlayabilirsiniz.”
Gazeteci, dosyayı elimden alıp birkaç dakika inceledi, kaşları bir yukarı kalkıyor bir çatılıyordu. Sinirlerinin gerildiğini ifade eden bir kahkaha attı. “Bu aptalca bir şey. Bile bile ölüm.” Dolu bardağını ağzına götürüp çayı bir dikişte bitirdi. Sıcak çay dilini, damağını yaktığı için yüzü buruştu, ağzını sonuna kadar açtı. Çadırıma girdim, mini buzdolabından soğuk su çıkarıp verdim. Bu defa suyu tek dikişte bitirip, “Sağ olun,” dedi. Kendine geldiğinde gözlerini yine tepelere dikti. “Aptallık.”
“Neyse ki bu defa geç de olsa başarı sağladık. Şantiye mahkeme kararıyla durdu. Tabii ki itiraz edecekler. Her şeye rağmen dere bugün daha güçlü akmaya hazırlanıyor. Bir risk durumu oluşmadan makinaların kontağını kapattırdığımızı diliyorum.”
Yanan dilini ağzında döndürürken, “Doğa size minnettar,” dedi. “Bu büyük bir iş. Bu defa, yani baraj inşaatı başladıktan sonra, onu durdurmayı başaracağınızdan emin miydiniz?”
Güneş ve sıcak artık kendini belli ediyordu. “Bir su daha alabilir miyim?”
“Tabii,” deyip isteğini yerine getirdim.
“Teşekkür ederim,” deyip cebinden ağrı kesici kutusu çıkardı, içinden bir hap aldı.
“Buranın sihri daima korunmalı. Başaracağınızdan emin miydiniz diye sormuştum. Gerçekten bu defa bunu hissettiniz mi?”
Uykusuzdum, şakaklarımı ovdum. Çadırlardan, uyanan insanların sesleri gelmeye başlamıştı. “Emin değildik ama ümitliydik. Neye sahip olduğumuzu bildiğimiz için bu savaşa giriştik. Büyük bir mücadeleyle. Olaylar geliştikçe neler yapabileceğimizi gördük. Biz büyüdükçe büyüdük, onlarsa küçüldükçe küçüldüler, yani barajı yapanlar. Bu sefer iyi direnç gösterdik. Potansiyelimizi geçmiş yıllara göre daha iyi kullandık.”
“Şehriniz artık daha özel bir yer diyebilir miyiz?”
Güneş tam karşımda yükseliyordu, gözlerimi iyice kısmak zorunda kalsam da gözlük takmak istemiyordum. “Burası bizim için her zaman özeldi. Yaşadığınız yerle gurur duymanız için orada doğmuş siyasetçilere, sanatçılara ihtiyacınız yok. Burası sıradan insanlarıyla gurur duyulacak bir yer.”
“Son olarak şunu sormak isterim. Mücadelenizi nasıl adlandırırsınız? Sizden bir manşet istesem.”
Bir süre düşündüm, kırk saatlik uykusuzluk kendini iyiden iyiye belli ediyordu. Dereye baktım, akıp giden su, güneşin o anki kuvvetli ışığını hakkıyla yansıtıyordu, önceki gün yüzde on dolulukta akarken bunu yapabilmesi imkânsızdı. Kara esneyip patisini yaladı.
“Burası yeşille mavinin kucaklaştığı yer. Bu iki renk ihtişamlı bir ahenkle huzur vadeder. Yollarını bir kemer gibi örten sıralı ağaçlar size eşlik ederken mavinin çarşaf gibi serildiği göle kadar ulaşabilirsiniz. Eğer isterseniz, ayakkabılarınızı çıkartarak, gölü besleyen derelerin tadına varabilirsiniz.”
“Bunu yapmayı isterim.”
“Yapmalısınız da. İstanbuldere işte o derelerden biri. Karşınıza çıkan çeşit çeşit meyve ağaçlarından taze meyveler koparmaktan çekinmeyin. Biz paylaşmayı severiz.”
Masadaki tabaktan bir kiraz alıp ağzına attı. “Mücadelemiz bunun içindi, yani daha fazla paylaşabilmek için.” Bulunduğumuz yer aynı zamanda gölü de görüyordu, bir yaz sabahı, Sapanca Gölü’nün yüzeyi kızılımsıydı.
“Dere şu an normal seviyesinde mi?”
“Henüz değil,” deyip çadır alanına baktım. Uyananlar dışarı adım attıklarında önce güneşe, birkaç adım sonra dereye bakıyor, derenin daha güçlü aktığını fark edenlerse sevinçle köprüye koşuyorlardı.
Gazeteci telefonunu alıp kaydı sonlandırdı, çadırlardan boşalan hareketliliği fark etmişti, boynundan sarkan fotoğraf makinasını ayarlamaya koyuldu. Köprüden dereye sarkan insanlara bakarak, “Bundan sonra ne olacak?” diye sordu.
“Dere akmaya devam edecek.”. O gün yüzüme yayılan son tebessüm bu cümleye aitti.
Kara da dayanamayıp köprüdekilerin, dostlarının yanına koştu. Sandalyelerimizden doğrulup ayağa kalktık. Kadınlar, erkekler, çocuklar mayolarıyla çadırlardan güle oynaya çıkıp köprüye doğru yarışıyorlardı. Gülüşmeler, neşe çığlıkları, sabahın dinginliği üzerine, aynı döngüde tekrarlanmasını isteyeceğiniz bir tutam huzur katıyordu. Birkaçı köprünün kırık parmaklıkları arasından dereye atladı. Sabah tazeliği doğanın, mutlu insanların oyun sesleriyle anlam kazanırken gazeteci bu anı ölümsüzleştirdi.
Gazetecinin deklanşöre basıp ölümsüzleştirdiği o an sanki bir mutluluk tablosuydu, fotoğraf kâğıdında görüntüyü görenler için öncesi ve sonrasıyla huzur vadedeceğini düşünebilirdiniz, ama bu fikir çok yanıltıcı olurdu. Saniyeler içinde hayatımın en ürpertici kırılma anını yaşadım, art arda gelen bir tokat gibi yüzüme çarpıp durdu. Gazeteci deklanşöre bastıktan o birkaç saniye sonra olanlar mutlu sonlardan hoşlananlara göre değildi.
Önce küçük bir kızın çığlığı duyuldu, her şeyden hüzünlü, korkunçtu. Suda eğlenen, kurumak üzere olan derenin eski ihtişamına kavuşmasını kutlayan insanların anlam veremediği acı bir sesti. Can acısıyla ortaya çıkacak veya korkutucu bir hayvan görüldüğü zaman atılacak bir çığlık gibi değildi. Ölümcüldü. Küçük bir bedenden yayılsa bile ölümcül tarafı tüm gerçekliği, karanlığıyla hissediliyordu. İnsanlar şaşkınlık, tedirginlikle etrafa bakındılar, bazı ebeveynler çocuklarının isimlerini seslendi. Keskin bir sessizliğin gelmesiyse uzun sürmedi. Çığlık bir kez daha yükseldi, ardından insana ait tüm sesler bir anlığına kesildi, o an, uzun bir zaman olup çıktı, ta ki küçük kızın annesi feryat figan bağırana kadar.
Nereden, nasıl geldiği belli olmayan, anlaşılamayan bir şimşek çaktı. Aydınlık havanın rengi bir anda, mucize eseri tersi istikamette değişti. Rüzgâr, çadırlarımızın brandalarına çarpıp garip, sert sesler yarattı, doğaya ait ne varsa hepsini yalayarak üzerlerinde bir is tabakası bıraktı. Annenin feryadıysa rüzgâra karışıp eriyene kadar uzun süre dinmedi. Küçük kız, her geçen saniye yükselen derenin sularına gömülmüş, artık sesi kesilmişti, suya battığı yerdeyse en az dört metre uzunluğunda, bir buçuk metre çapında bir ağaç gövdesi yüzüyordu. Deredeki diğer insanlar, nereden çıktığı belirsiz onlarca ağaç tomruğundan kaçma derdine düşmüşlerdi.
1. Bu tomruklar civarda yaşayan orman kaçakçılarının kestikleri ağaçlardan kalanlardır. Kaçakçılar -ormancılara yakalanmamak için- ağaçları kesip budadıktan sonra, geri gelip kamyonlara yükleyecekleri güne kadar, onları, kurumuş derenin yatağına bırakırlar. Tomruklar, Azrail’in iş gereci vazifesini yüklenecekleri güne kadar orada bekler.
Derenin kabarmış, artık gürüldeyen sularında gözleri titreten bir ölüm kalım mücadelesi yaşandı, çok azı bu zorlu çaba sonunda başarılı oldu, kaybedenlerden biri de küçük kızın annesiydi. Kıyamet en fazla bir dakika sürdü. Gazeteci bu defa bambaşka bir atmosferi görüntülemekle meşguldü, üzgün müydü, dehşete mi kapılmıştı, yoksa iyi bir haber yakaladığı için sevinçli miydi anlayamıyordum. Çadırlarından henüz çıkmış diğerleri de panik halinde sağa sola koşturuyordu, hepsi, yakınlarını güvenli bir alana alma telaşıyla geride kalan hiçbir şeyi umursamayarak alanı terk ediyordu.
Bense boyunluğu taktığım günden bu yana ilk defa seri hareketlerle dere kenarına koştum. Zar zor köprü bacaklarına tutunabilmiş, durduğu yerde ağlayan ilkokul çağındaki bir çocuğu sudan çıkardım, boynuma öyle sıkı sarılmıştı ki o an onu benden hiçbir güç ayıramazdı, bedenimi kavrayan kollarından hayatta kalma içgüdüsünün gücü yayılıyordu.
Yardım edebileceğim bir başkası var mı diye bakarken biri erkek biri kadın iki yetişkinin akıntıda sürüklendiklerini gördüm. Tomruklar da bir su altı füzesi gibi akıntıyla birlikte onları takip ediyordu. Çocuğu yere indirip dereye atladım, boyunluğum artık yerinde değildi, derenin kuvvetli akıntısına karşı koymak çok zordu, bunu anlayınca kendimi büyük bir savaşla tomruklardan korumaya çalışarak kıyıya çıktım. Nefes nefeseydim.
Derenin su seviyesi köprüye ulaşmak üzereyken artık geride ne acı çığlıkları kalmıştı ne de yardım feryatları. Sadece tomrukların köprüye çarptığında çıkardığı, cehennemden kabaran o uğultulu sesler vardı. Sırılsıklamdım, başım ellerimin arasındaydı, fiziksel hiçbir şey hissetmesem de beynimde bir karadelik oluşmuştu. Kaskatı, durduğum yerde duruyordum. Kırılma anı, iyice bastıran yağmur, tüm varoluşuyla üzerime yüklenmişti. Hayatını kurtardığım çocuk bacaklarıma sarılmış ağlıyor, dereyse yavaş yavaş taşıyordu.
2. Derenin taşma sebebi, bir kilometre ötede inşası devam eden barajda meydana gelen küçük bir çatlaktır. Fark edilemeyen minik çatlak büyük bir risktir ve suya aittir. Su, çatlağı usulca büyütmeye devam eder, enerjisini toplar ve sonra yıkıp geçtiği duvarlardan kendini ait olduğu yere, dereye salar. Yatağında hazır bekleyen ağaç tomruklarını da yanında sürükler. Tomruklar, artık suyun intikam oklarıdır.
Gazeteci, “Bak!” diye bağırdı.
Sesin geldiği tarafa döndüm. Köpekler, atlar, inekler, kediler, eşekler, kuşlar, domuzlar, yılanlar, fareler doğada bir deliğe veya köşeye saklanmış sayısız canlı, beraberce, derenin karşı kıyısından yukarı doğru koşturuyordu. Bir rüya âlemindeymiş gibi. Canlı çeşitliliği, durduğumuz hizadan geçerken yer sarsıldı.
3. Hayvanlar aylardır kurumuş haldeki dere yatağına sayısız yuva yapmışlardır. Ani gelen felaketlerine karşı bir güdüyle harekete geçerler, çünkü su gelmeden sesi duyulmuştur. Varoluşlarından dolayı suyun önünde durulmayacağının farkındalar. Hep birlikte yükseğe kaçarlar.
İstanbuldere ona ait onca hatırama rağmen yaşam tecrübesinin hiçbir kitaba, düşünceye sığamayacağını yüzüme soğuk bir solukla üfledi. Yalnızlıkla çevrili en karanlık anlarımda üzerime tonlarca ağırlıktaki bir ağaç devrilebilir. Bir kırılma anıyla ağacın son anda yön değiştirip bir başkasının bedenini parçalayacağını biliyorum.