[3d-flip-book mode=”fullscreen” urlparam=”fb3d-page” id=”2116″ title=”false”]Neden Savaş İlan Edilemez?
(Çin Masalı)
Ernst Penzoldt
İki komşu halk arasındaki savaş kaçınılmaz olduğu zaman, düşman komutanlar, komşu ülkeye en kolay hangi noktadan girilebileceğini araştırmak üzere öncü kuvvet gönderdiler. Kolcular geri döndüklerinde efendilerine durumu yaklaşık olarak şu sözcüklerle anlattılar: Komşu ülkeye girilebilecek tek bir sınır noktası vardı. “Ama orada,” dediler, “küçük, namuslu bir çiftçi yaşıyor. Küçük kulübelerinde, güzel karısıyla birlikte mutlu bir hayat sürüyor. Birbirlerini seviyorlar. Bu da onların dünyanın en mutlu insanları olduğu anlamına geliyor. Bir çocukları var. Şimdi eğer biz o küçük toprak parçasını kullanıp düşman ülkeye girmeye kalkarsak bu mutluluğu bozmak zorunda kalacağız. O halde savaş ilan edemeyiz.” Bunu komutanlar da ister istemez kabullendiler ve savaş ilan edilemedi; herkesin kavrayabileceği gibi.
Yaşlı Ressamın Hikayesi
Ernst Bloch
Bu, arkadaşlarına son resmini gösteren yaşlı ressamın hikayesidir: Resimde bir park görülüyordu, dar bir yol, ağaçların ve suyun kenarında yumuşak bir şekilde ilerleyen bu yol,
gide gide bir sarayın küçük kırmızı kapısına varıyordu. Ama arkadaşları ressama bakmak istediklerinde, o tuhaf kırmızının onun hemen önünde durmakta olduğunu gördüler; ressam artık yanlarında değildi. O dar yoldan yürüyüp gitmiş, o masalsı kapıya ulaşmış ve önünde sessizce durmuştu. O sırada dönüp arkasına baktı, gülümsedi, kapıyı açtı ve gözden kayboldu.
Karadut Omleti
Walter Benjamin
Bir zamanlar, dünyanın bütün güçlerini ve hazinelerini kendinin ilan eden bir kral vardı. Ama o bütün bunlara rağmen mutlu olmamış, yıllar geçtikçe üzüntüsü arattıkça artmıştı. Bunun üzerine bir gün aşçıbaşını çağırdı ve şöyle dedi:
“Uzun zaman bana sadakatle hizmet ettin ve soframı her zaman harika yiyeceklerle donattın. Bunun için sana müteşekkirim. Ama sanatını son bir defa daha sınamak istiyorum. Bana Karadut-omleti yapacaksın, üstelik tıpkı elli sene önce ilk gençlik yıllarımda yediğim ve sevdiğim şekilde. O zamanlar babam doğudaki kötü düşmanlarına karşı savaş halindeydi. Ama düşmanlarımız bizi yendi ve biz de oradan kaçmak zorunda kaldık. Gece gündüz durmadan kaçtık, babam ve ben, ta ki karanlık bir ormana ulaşıncaya dek. Sonra ormanın içinde yolumuzu kaybettik ve en sonunda karşımıza bir kulübe çıktığında, açlıktan ve yorgunluktan bitkin haldeydik. Orada yaşlı bir annecik yaşıyordu, bizi dostça karşıladı ve içeri buyur etti. Bir süre ocağın başında bir şeyler yaptı. Dönüp yanımıza geldiğinde, elindeki tabakta karadut omleti duruyordu. Ama omletten ilk lokmayı henüz almıştım ki içim birden avuntuyla, kalbim yepyeni umutlarla doldu. O zamanlar henüz çok küçüktüm ve bu harika yemeğin bana yaşattığı hoş duyguları hemen unuttum. Ama yıllar sonra, krallığımın her yerine adamlar salıp o anneciği arattım. Ne yazık ki bütün aramalar boşa gitti. Ne yaşlı kadını ne de karadut omletini yapan birini bulabildik. Şimdi, eğer benim bu son arzumu yerine getirebilirsen sana kızımı vereceğim ve krallığımın varisi yapacağım.
Ama eğer sonuçtan memnun kalmazsam, bunu hayatınla ödeyeceksin.” Bunun üzerine aşçıbaşı şöyle dedi: “Efendim, o halde cellâdı hemen çağırabilirsiniz. Çünkü ben bu karadut omletinin sırrını ve o vicdansız tereden kekiğe kadar içine konan bütün baharatları biliyorum. Hatta karıştırırken söylenen tekerlemeyi ve bütün zahmetlerin boşa gitmesini istemiyorsak, karıştırırken o şimşir kaşığın her zaman soldan sağa doğru döndürülmesi gerektiğini de biliyorum. Ama yine de, yüce kralım, bunlar beni ölümden kurtaramaz. Yine de benim omletimi beğenmezsiniz. Çünkü, sizin o zaman omlete kattığınız bütün diğer baharatları nereden bulabilirim ki: Ölüm tehlikesini, ölümden kaçan insanın pür dikkat kesilmiş halini, o ocağın sıcaklığını, yabancı birinin evinde, karanlık bir geleceğin önündeki o sıcak misafirperverliği?” İşte böyle konuşmuştu aşçıbaşı. Kral bir süre suskun kaldı ve sonra, aşçıbaşına sayısız hediyeler vererek onu hizmetinden azat etti.