Veba Geceleri Biraz Oku

Orhan Pamuk'un merakla beklenen romanı Veba Geceleri'nden 31. bölüm.


Tahta çıkmadan önce de bu korkuları yaşamıştı Abdülhamit. Tıpkı 1901 yılında şehzadelerin Padişah Abdülhamit tarafından zehirlenmekten korkmaları gibi otuz küsur yıl önce Şehzade Hamit Efendi ve ağabeyi veliaht Murat Efendi de amcaları Padişah Abdülaziz tarafından zehirlenmekten korkarlardı. Abdülaziz, kendisinden sonra oğlu Şehzade Yusuf İzzettin Efendi’yi padişah yapmak istiyordu (oğlunu on dört yaşındayken müşir yapmış, ordu komutanlığına getirmişti).

1867 yazında Padişah Abdülaziz’in sözünü ettiğimiz şehzadesi ve iki yeğeninin hep birlikte çıktığı Avrupa gezisinde, Padişah amca ve veliaht yeğeni ile kardeşi arasındaki gerilim daha da artmıştı. Zaten Veliaht Murat bu gerilimden uzak durmak için vaktinin çoğunu (bugün Dolmabahçe diye bilinen) Beşiktaş Sarayı’ndaki veliaht dairesinde değil, Kurbağalıdere’deki kendi köşkünde geçiriyordu. Pakize Sultan’ın yıllar sonra babalarının ölümü üzerine ablasına yazdığı ve ağabeyi ve ablalarıyla birlikte doğrudan babaları V. Murat’tan dinlediklerine göre önemli ilk büyük sürtüşme, Paris’te Élysée Sarayı’nda verilen bir davette çıkmıştı. Veliaht Murat etrafına açık giyinmiş Fransız kadınları toplayıp onlarla Fransızca konuşup biriyle de “kadril dansı” ettiği için Padişah amcası onu uyarmıştı.

Daha sonra Londra’da Buckingham Sarayı’nda verilen bir davette Kraliçe Victoria’nın ve devlet sırlarını kendisinden sakladığı yarım akıllı oğlu veliaht Edward’ın genç Veliaht Murat ve kardeşi Şehzade Hamit ile içtenlikle ilgilenmesi, Padişah amcalarını, yeğenlerinin iddialarına göre, hem “kıskandırmış” hem de kızdırmıştı. Ertesi gün Buckingham Sarayı’ndaki odasında Veliaht Murat’ın kapısı çalınmış ve Abdülaziz’in yaveri elinde bir tabak dolusu üzümle içeri girip “Şevketli Efendimiz gözlerinizden öpüyorlar!” diyerek masaya bırakmıştı. Üzümlerden hemen atıştıran Murat az sonra midesinde sancılar başlayınca telaşla bitişik odadaki biraderine ağlayarak koşmuştu. Yanında her zaman panzehir taşıyan genç Hamit (yirmi beş yaşındaydı) bir bardak suya panzehir taşını kazıyarak ağabeyine hemen içirmiş ve doktorları yardıma çağırarak kurtarmıştı Osmanlı veliahtını. Kraliçe Victoria durumdan haberdar olunca veliaht Edward’ı yollayıp veliaht Murat ve kardeşi Hamit’in gerçekten planlı bir zehirleme karşısında olduklarına inanıyorlarsa, İstanbul’a dönmeyip taht sıralarını İngiltere’de bekleyebileceklerini ifade ettirmişti ona. (Daha sonra önce Edward ve sonra İstanbul’da Murat mason olacaklar, yazışacaklar ve Edward da hikâyemizin geçtiği yıl İngiliz tahtına oturacaktı.) İleride padişah olacak iki Osmanlı şehzadesi belki de bir kuruntu olan olayın siyasi olarak büyüyebileceğini, gazetelerde nasıl yer alabileceğini (Osmanlı Hanedan ailesi Buckingham Sarayı’nda birbirlerini zehirliyor!) düşünerek, Padişah amcalarının kulağına gitmeden olayı unutmaya karar vermiş, daha sonra üzümler konusunda belki de vehme kapıldıklarını düşünmüşlerdi.

İstanbul’a döndüklerinde skandal Abdülaziz’in kulağına gitmiş, Padişah öfkeden boğulacak gibi olmuş ve “bizi rezil eden” Veliaht Murat’ı bir süreliğine Dolmabahçe Sarayı’ndan uzaklaştırmıştı.

Bu hikâyenin Cumhuriyet’ten sonra Türkiye’de gazetelerin tarih köşelerinde yayımlanan tamamen uydurma bir başka çeşidi, Kraliçe Victoria’nın Hamit ile Murat’ı Londra’da padişahlık sıralarını beklerlerken İngiliz Kraliyet ailesinden prenseslerle evlendirme teklifidir. İngiliz Kraliyet ailesinden bir prensesin, dört karı ve sayısız cariyeyle yatan ve onlara kötü davranan bir erkekle –kim olursa olsun– asla evlenmeyeceğini, hele Kraliçe’nin kendi ailesinden birini, birbirlerini zehirleyen ve İngilizce bile bilmeyen bu erkeklere vermeyeceğini, bu hikâyenin yalan olduğunu şöyle mantıklı düşünebilen bir kişi anlar da, Türk gazetelerinin tarih köşesi okurlarının değişik başlıklarla (“Kraliçe Victoria kızını Abdülhamit’e vermek istemişti”) üç yılda bir yayımlanan bu yalanı niye severek, inanarak okuyup bir daha okumak istediklerini anlamakta bizim gibi güçlük çekebilir.

Öğle vakti Doktor Nuri, Nikiforo ile görüşmesinden Vilayet’e dönünce Vali onu makamına çağırdı.

“Zehirlenme dedikodusu yayılmasın diye, doğrudan vebalılarla kireçleterek gömdürüyorum” dedi. “Doktor İlias’ın da tıpkı Bonkowski Paşa gibi melun bir kumpasla öldürüldüğünü kabul etmek Minger Adası’nda devlet maatteessüf çok âciz manasına gelecektir ki bunu ne benim ne de İstanbul’un kabul etmesi mümkündür. Zat-ı Şahane Bonkowski Paşa’dan sonra muavininin de öldürüldüğünü ve ne benim ne de sizin katili bulabildiğimizi öğrenirlerse belki de bunu kasten yaptığımızı düşüneceklerdir.”

“Sizce bunu yapanlar Bonkowski Paşa’yı öldürenler ile aynı insanlar mıdır?” diye sordu Doktor Nuri.

“Bunu bulamadığımızı biliyorsunuz!” dedi Vali. “Ama İstanbul ısrar etseydi sonuna kadar gider, fare zehrini çöreğe kattığını itiraf eden birini bulurduk. Bu iş şimdi size düşüyor. Üstelik Sherlock Holmes usulüyle araştıracağınız için işkence ve falaka da olmayacak. Yani Padişah hazretlerinin sevdiği dedektif gibi aktarların, eczacıların ağızlarını arayarak bulacaksınız suçluyu. Kolay gelsin. Aktarlar sizi bekliyor, tedbirler alındı! Bakalım bu sefer ne diyecekler.”

Garnizon mutfağında çalışan ve işkenceli sorgudan geçirilen aşçılar, yamaklar ve diğer şüpheliler fare zehri satan bellibaşlı bütün aktar dükkânlarının sahiplerine, kalfalar ve çıraklara tek tek gösterilmiş ama kimse onların ya da bir başkasının fare zehri satın aldığını hatırlayamamıştı.

Doktor Nuri ilk olarak Eyoklima Mahallesi’ndeki küçük bir dükkâna gitti. İstanbul’da Mahmutpaşa’da Yahudilerin işlettiği hoş kokulu dükkânlara benziyordu burası. Tezgâhın önünde çuvallar içinde renk renk tozlar, baharatlar vardı. Kavanozlar içinde pek çok toplar, meyveler, ilaçlar gördü. Tavandan iplere tutturulmuş otlar, demetler, süngerimsi tuhaf şeyler sarkıyordu. İçeride İstanbul’daki dükkânlarda olduğu gibi hasta bekleyen bir hekim yerine Vilayet memurları tarafından uyarıldığı için Doktor Nuri’yi bekleyen dükkânın sahibi Vasil Efendi vardı yalnızca.

Vasil Efendi saraydan gelen misafirini yerlere kadar eğilerek temennalarla karşıladıktan sonra sorgusunda söylediği şeyi tekrarladı. Aşçı ve yamaklardan kimse gelmemişti dükkânına, zaten şu ara fare zehri satışı azalmıştı çünkü evlerde, sokaklarda ilk günlerdeki kadar fare görülmüyordu. Belediye de zehri sokaklara bedavadan dökmüştü zaten. Vasil Efendi kırık Türkçesiyle büyük miktarlarda fare zehrini şu sırada belediyelerden temin etmenin çok daha kolay olduğunu söyledi. Damat Doktor raflardaki şişeler, çuvallar ve kavanozlar içindeki tozlara, kutular, tenekeler içindeki renk renk baharata, ölçü aletlerine, otlara, kökleri hoş kokulu bitkilerin durduğu cam kavanozlara gözünü ve burnunu her yaklaştırışında aktar hikâyesini kesiyor ve hardal, yasemin, ravent kökü, kına, koka, menthol, mahlep, bitotu, tarçın diye açıklamada bulunuyordu. Aktar, Doktor Nuri’ye sıçanotu tozunun durduğu torbayı da gösterdi: Zehirli maddelere herkesi yaklaştırmadığını, reçete, macun yapılırken her zaman dükkânında hazır bulunduğunu anlattı. İzmir’de bir aktar evinde otururken çırağına yolladığı reçetenin nasıl yapılacağını anlatmış ama çırak yanlışlıkla sol köşedeki yerine, sağ köşedeki torbadan üç dirhem beyaz toz koyduğu için hasta ölmüştü. Bu hikâyeyi biliyordu, çünkü, Messageries’in gemisiyle kendisine İzmir’den sucuk yollayan ortağının dükkânı o dükkânla aynı sokaktaydı. Adada İzmir’den sucuk getiren tek dükkândı burası.

Aktar Vasil Efendi, Doktor Nuri’ye bir de preparat hazırlamaya başladı. Önce sekiz adet mazı tanesi ile bir çentik zencefili kesip ezerek karıştırdı. Bu karışıma torbalarını övünerek gösterip Damat Doktor’a koklattığı ardıç katranı ve leblebi tozunu ekleyip eze eze macun kıvamına getirdi. Sonra kalıbı macunun içine kaşık gibi sokup haplar yapmaya başladı. “İshalsen, aç karna bir tane alırsan hemen keser” dedi gururla.

Doktor Nuri o dükkânda gördüğü boya, çiğ kahve, şeker ve baharat çuvallarının benzerlerini şehrin gittiği diğer iki aktar dükkânında da gördü. Vasil’in dükkânının önünde okuma yazma bilmez reçete sahiplerinin dükkânı tanımasına yarayacak bir devekuşu yumurtası vardı. Eski Çarşı’daki diğer bir dükkân kapısının önüne Arap Feneri’nin bir küçük maketini, Vavla’daki diğer aktar ise kocaman bir makas koymuştu işaret diye. Bu iki küçük dükkânda da en çok arananlar müshil, basur, öksürük hapları, yaralar, romatizma ağrıları için merhemler ve mide ilaçlarıydı. Damat Doktor, Eczacı Nikiforo’nun dikkat çektiği acıbadem suyu, kara ardıç, papazotu, tatula gibi İstanbul’da eczacıların baskısıyla aktarlarda satılması yasaklanmış bazı ilaç ve hammaddelerin de bu dükkânlarda satıldığını görüp not aldı. Bu bilgilerin karantinacı doktorlara kasteden kumpası düzenleyenlerin bulunmasına yardım edeceği inancıyla, mide ilacı karışımları için papatya, rezene, anason ve çöre otu kullanıldığını da kaydetti Doktor Nuri. Vitrinine kocaman bir makas koyan aktar, vebaya karşı okunmuş kâğıt, muska veren şeyhlere de en çok yazdıkları pomatın kükürt, balmumu, zeytinyağı ve gül yaprağından yapıldığını bir şişesini Doktor Nuri’ye verirken anlattı.

Pakize Sultan misafirhane odasında bu sıvıları, karışımları şakayla da olsa denemek istedi ama kocası izin vermedi ona. Tartışmalar, küskünlükler, cilveler sonunda şişeler bir kenara kondu. Ama Doktor Nuri Arkaz’ın aktar dükkânlarına gitmekten hiç vazgeçmedi.

Kitaba YKY’den ulaşmak için tıklayın…


Dutluk Dergi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin