[3d-flip-book mode=”fullscreen” urlparam=”fb3d-page” id=”2170″ title=”false”]
Çeviri müthiş bir deneyim. Çeviri yaparken insanın zihni adeta iki katına çıkıyor, bir kendi zihnin, bir de içine zorla girdiği bir başka yazarın, muhtemelen büyük bir yazarın zihni. Bir şekilde iki zihin birleşiyor, daha doğrusu bu birleşme başarılabilirse o zaman ortaya iyi bir çeviri çıkabiliyor. Yani yazarın evrenine girmek şart. Onunla birlikte düşünmek şart. O zaman onun adına cümleler kurabilirsin, bir başka dilde onu yeniden var edebilirsin.
Kendi dünyanın sınırına ulaştığında, kalın, karanlık bir duvar var, bir çabayla onu aşıyorsun ve birden önünde müthiş bir uçurum açılıyor, mesela Kafka’nın zihni, Rilke’nin zihni, Nietzsche’nin zihni, o müthiş uçurum yavaş yavaş aydınlanıyor, yer yükseliyor, içindeki renkler yavaş yavaş görünür oluyor ve bir adım atıp içine girebileceğin kadar yakınlaşıyor.
II
Çeviri postmodern bir eylemdir. Üretilmiş bir şeyi başka bir şekilde yeniden üretir. Bu da sanattaki postmodern yöntemlerden biridir. Çeviri bir sanattır, ama yarım bir sanattır. Yarı özgür bir sanattır. Eksik bir şeydir. Her zaman eksik kalmaya mahkumdur. Kusursuz çeviri hiçbir zaman olmayacaktır. Çünkü biz sözcükleri çeviriyoruz. Anlam dünyasını değil, bağlamları değil, kültürel eklentileri değil, çağrışımları değil, bir sözcük bir kültürün içine kök salmış bir bitki gibidir, çeviri onun toprak üstüne kalan kısmını keserek bir başka kültüre yerleştirmeye çalışır, köklerini, yetiştiği toprağı, oradaki mineralleri, zararlı böcekleri aktarmaz; ve üst kısmı kesilerek yabancı bir toprağa dikilen o bitki hiçbir zaman yeşermez, tutmaz, tutsa bile ilk hali kadar canlı olmaz, o toprağa derinlemesine kök salamaz.
IV
Bir yandan da çevirinin ucu bucağı yok, yüzde yüze yakın bir sadakatten neredeyse özgün bir eser yazmaya varan bir yelpaze içinde çevirinin elli tonu diyebileceğimiz bir yayılım var. Şöyle basit bir genelleme yapılabilir öncelikle: Sadakate yaklaştıkça hedef dilden uzaklaşan çeviri çirkinleşir, özgürlüğe yaklaştıkça çevirmenin ana dili diyebileceğimiz hedef dile yaklaştıkça çeviri güzelleşir. Burada güzelleşen çeviridir, eser değil. Bu yeni dil içinde oluşturulan, aslında kaynağı yazarın (çevirmenin) kendi zihni değil de başka bir yazarın bir kitabı olan yeni bir eser söz konusudur. Burada son sözü söyleyen ise çevirmendir; çevirmen de bunu sağduyusuna, kişisel çeviri anlayışına, sadakat duygusuna, dildeki yetkinliğine, kendi yaratıcılığa bağlı olarak yapar ya da belirler. Kendisi şair olmayan bir çevirmenin şiir çevirmesi olanaksızdır diyemesek bile oraya yakın bir yerdedir. Çünkü çeviride içerik aktarılır belki, ama şiir duygusu diye toptan bir isim verebileceğimiz ve ritim, melodi, çağrışım alanları, kültürel göndermeleri vs. den oluşan şeyi aktaramayız, bunu hedef dilde çevirmen oluşturur; burada çevirmen ikincil şairdir belki ve ikincil şairlik de şairlik gerektirir.
Bu uç örneklere Türkiye’de Can Yücel’in yaptığı Shakspeare çevirileri verilir. Bu çeviriler aslında o kadar uzaklaşmıştır ki aslı görse kendisini tanıyamaz. Ama bu uzaklaşma asla aslından kopmaz. Can Yücel kendi dehasıyla metinlere kendi ruhunu ve zihnini eklemiştir ve ortaya melez bir metin çıkmıştır, artık buna çeviri denebilir mi bilinmez.
Bu duruma bir başka örnek olarak da Avusturyalı ünlü şair Paul Celan’ın Shakspeare çevirileri verilebilir. Bu çeviriler öylesine özgündür ki bunlar tekrar İngilizceye çevrilmiş ve ayrı bir kitap olarak yayınlanmıştır. Bu iki örnekte çevirmenin şiire yaptığı kişisel katkıyı görebiliriz. Kuşkusuz ki bu katkıyı yaparken aslından bir şeyler eksilmiştir, bu en basitiyle bileşik kaplar yasasına göre böyledir. Bu iki durumda çevirmenlerin kendi dillerinde büyük şairler olduklarını görebiliriz ve şöyle düşünebiliriz, Shakspeare gibi bir şairin şiirine böylesine bir katkı yapabilmek için o seviyelerde dolaşan bir şair olman gerekir.
IV
Rilke’yi Almanca öğrenmeden önce de biliyordum. Türkçeye çevrilmiş şiirlerini okuyordum. Hep onun büyük bir şair olduğundan söz ediliyordu. Bense okuduğum şiirlerde büyük bir şair görmüyordum, acemice dizeler, yarım yamalak kurulmuş zayıf imgeler vs. görüyordum. Evet, birkaç harika dizesi de yok değildi: “Ruhumu nasıl tutsam da seninkine değmese?” Ya da “Seslensem duyarlar mı sesimi melekler katından?” Buralarda bir şeyler vardı, ama büyük şair olmak değildi bu. Ne zaman ki Almanya’ya gittim, orada on yıl yaşadım ve sonra bir gün elime Panter şiirini aldım ve o zaman anladım Rilke’nin ne kadar büyük bir şair olduğun. Okudum ve beynimden vurulmuşa döndüm. Türkçe çevirilerine baktım, o şiirler bu Panter şiirine benziyordu, ama sadece benziyordu. Gerçek panter yerine oyuncak bir panter konmuş gibiydi. Bir korku filmini kuklalarla misafirlere anlatıp onlardan korkmalarını beklemek gibiydi.
Bunun üzerine oturup şiiri çevirmeye giriştim, üzerinde epey çalıştım, bir sürü farklı şekilde çevirdim ve ortaya şöyle bir şey çıktı:
Panther
Sein Blick ist vom Vorübergehn der Stäbe
so müd geworden, daß er nichts mehr hält.
Ihm ist, als ob es tausend Stäbe gäbe
und hinter tausend Stäben keine Welt.
Der weiche Gang geschmeidig starker Schritte,
der sich im allerkleinsten Kreise dreht,
ist wie ein Tanz von Kraft um eine Mitte,
in der betäubt ein großer Wille steht.
Nur manchmal schiebt der Vorhang der Pupille
sich lautlos auf — . Dann geht ein Bild hinein,
geht durch der Glieder angespannte Stille —
und hört im Herzen auf zu sein.
R.M. Rilke
Panter -I
Bakışı geçişinden parmaklıkların
Öyle yorgun ki, artık bir şey tutmuyor
Sanki bin parmaklık var gibi geliyor ona
Ve bu bin parmaklığın ardında bir dünya yok gibi
Güçlü adımların esnek yürüyüşü
En küçük daireler içinde dönen
Bir güç dansı gibi çevresinde bir merkezin
Büyük bir istencin uyuşuk durduğu
Sadece bazen açılır göz bebeklerin perdesi
Sessizce -. O zaman bir görüntü girer içeri
Gergin sakinliğin organlarından geçerek –
Kalpte son verir varlığına.
Buradaki temel düşünce şiirin en azından kelime, cümle, sentaks düzleminde içerdiği anlamları mümkün olduğunda sadık bir şekilde çevirmekti. Kafiye, ölçü, ritim, melodi gibi şiirin diğer unsuları ikinci plana itilmişti. Bu sadece bir tercihtir, doğrusu nedir, işte o çok tartışmalı ve belki de doğrusu yok. Yıllar sonra bu çeviriyi tamamen unutup şiiri bir kez daha çevirmeye karar verdim. Burada sadakat ve bu sadakati zorlaştıran diğer unsurlar (kafiye, ölçü vs.) arasında bir öncelik belirlemedim, dolayısıyla hiçbir şeyi de ikinci plana itmedim, belki anlamsal sadakatten biraz kopmak zorunda kaldım ama hiç değilse kafiye şemasına sadık, Türkçe okunduğunda “daha bir şiir” denebilecek bir çeviri yapmayı denedim. Bu süreçte de sonunda birbirinden az çok farklı iki versiyon ortaya çıktı. Günü geldiğinde belki bu üç versiyondan ikisini yok etmem gerekecek ya da hangisinin hayatta kalacağına zaman karar verecek. Benim açımdan bu tam bir Sophie’nin Seçimi.
Panter -II
Bakışı geçişinden o parmaklıkların
Öyle yorgun ki hiçbir şey tutamaz artık
Sanıyor ki önünde bin parmaklık vardır
Ve bin parmaklığın ardında bir dünya yok
Yumuşak yürüyüşü esnek güçlü adımları
En küçük çember içinde dönüp duran
Bir merkez çevresinde sanki bir güç dansı
İçinde uyuşmuş büyük bir irade bulunan
Sadece ara sıra gözlerin perdesi açılır
sessizce – sonra bir görüntü girer içine
gergin sakinlik organları geçer gider–
ve son verir varlığına vardığında kalbine.
Panter -III
Bakışı önünden parmaklıklar geçerken
Öyle yorgun ki artık bir şeye takılmaz
Sanır ki gözleri bin parmaklık seçerken
Bin parmaklık ardından dünyaya bakılmaz
Yumuşak yürüyüşü esnek güçlü adımları
En küçük çemberler içinde dönüp duran
Bir merkez etrafında öyle bir güç dansı
İçinde uyuşmuş bir irade bulunan.
Sadece bazen açılır gözlerde perde
sessizce – sonra bir görüntü girer içine
Gergin sessizlik organları geçer gider de
Varır kalbe ve son verir kendine.
Kuşkusuz her çevirmen farklı çevirecektir ve hangisinin doğru olduğunu kimse bilemeyecektir, buna gerek de yoktur, sadece bazılarımız bazı çevirileri daha güzel bulacağız, bazılarını bulmayacağız. Bu şiirin İngilizceye yapılmış onlarca çevirisi var, her biri de farklı ve her birinin de kendine göre bir tadı var. Sadece Shakspeare’in 66. Sone’sinin Almanca çevirilerini içeren yaklaşık 200 sayfalık bir kitap olduğunu da ek bir bilgi olarak verelim.
V
Burada 20 yıllık tecrübelerim sonucunda vardığım çeviriye dair düşüncelerimi aktarmaya çalıştım, söylediğim hiçbir şeyin evrensel geçerlilik iddiası yoktur ve olamaz; belki bunlar sadece benim için geçerlidir. Bu açıdan bakıldığında bu yazı çeviri hakkında bilimsel bir makale değil, sadece duygu ve düşüncelerin aktarıldığı bir denemedir. Böyle biline.