Biz sinemaseverler gayretli varlıklarız. Bu yıl da birçok zorluğun üstesinden gelip iyi filme ulaşmaya çalıştık. Yanlış anlaşılmasın, iyi filmler aslında öyle zor bulunur filan değil, ama yıl boyunca sinema adına üretilen o koca keşmekeşin içinde dikkat etmezsek kaybolup gidiyorlar. Gerçi bu, sadece 2019’a özgü bir durum sayılmaz. Yıllardan beri özgün ve güçlü öykülerin, yeni denemelere kucak açan sinemasal biçimlerin “ana akım sinema” denen yapı içinde nasıl eriyip gittiğine yakından tanığız. Bu da yetmezmiş gibi bağımsız sinemanın üretim ve dağıtımında yaşanan zorluklar da artıyor. Sanki bütün sektör, saf ve yürekli filmlerle buluşmamızı engellemek için çalışıyor. Bu zorlu yolculukta tek başımızayız o yüzden.
Yine de enseyi karartmamak lazım. Bıkkınlık veren çizgi roman uyarlamalarının, sulu zırtlak Türk komedilerinin ve hâlâ daha nasıl ve neden çekildiklerine akıl erdiremediğimiz üç harfliler sineması örneklerinin arasında öyle filmler de izledik ki bütünüyle boş geçen bir sinema yılını unutturmaya yeter. Yıl boyunca gerçek sinemaseverleri sinema kültüründen uzaklaştırmaya çalışan her türlü hamleye, olaya, dedikoduya rağmen, neyse ki iyi sinema, bozkırda bir alıç ağacı gibi yeşermeyi sürdürüyor.
Yılın hemen başındaki “patlamış mısır” krizini anımsıyor musunuz? Sektörün dev yapımcıları, yıllardır tekelleşen bir yapı olduğu söylenegelen sinema işletmecisi Mars ile tutuştuğu kavgada, yeni filmlerinin gösterimini ertelemişti. Bağımsız sinemanın hep şikâyet ettiği ama sonuca ulaşamadığı bu tekel-işletmeye karşı, güçlü sermaye kazanmış, Kültür Bakanlığınca hazırlanan yeni sinema yasası yürürlüğe girmişti. Verilere göre ilk aylarda gişede son on yılın en düşük geliri elde edilmiş. Seyirci sayısında da on milyonluk bir düşüş var. Seyircilerin yanındaymış gibi yapıp sinemayı savunur görünen yapımcılar, aslında patlamış mısır vb. ile bir verilen biletlerin hesabı karıştırmasına ve gelirleri kontrol edemeyişlerine köpürüyordu. İyi sinemayı iyi şartlarda seyirciye sunmayı düşünen yoktu yani sonuçta. “Sazan Sarmalı”, “Karakomik Filmler”, “Mucize 2”, “Recep İvedik 6” gibi filmler ertelenince seyirci sayısının bu kadar düşmesi de bizdeki sinema kültürünün bir göstergesi sanırım.
Yazla birlikte bir rahatlama oldu elbette. Bu kez de “Avengers: Endgame” patladı. Hem de dünya çapında en çok hasılata ulaşarak… Sonra da efsane yönetmen Martin Scorsese’nin epey tartışılan sözleri geldi: “Marvel’ın başı çektiği bu tarz filmler tema parklarını andırıyor ve gerçek sinemaya zarar veriyor.” Ben şahsen usta yönetmenin safındayım, daha önce James Cameron, Jodie Foster gibi ünlüler de Marvel filmlerinin yavanlığını eleştirmişti. Sinema salonlarını tek tip seri kahraman filmleriyle dolduran bu zihniyet gerçekten gına getirdi. Ama seyirci rakamları önümüzdeki yıllarda da yeni Marvellara maruz kalacağımızı gösteriyor.
Pek çok Marvelcının tepkisini çeken Scorsese bir süre sonra New York Times’da düşüncesini açıklayan bir yazı yayımladı. Gerçek sinemanın insan ruhunun derinlerine inen, güçlü tutkulardan, çatışmalardan beslenen, çok özel hikâyeler üreten bir sanat olduğunu vurguluyordu. Her duygunun ucuzlatıldığı, genelgeçer kısırlaşmanın ayyuka çıktığı bir dünyada sinemanın işlevine dair ne güzel cümlelerdi bunlar. Dikkatinizden kaçtıysa okuyun derim.
Söz usta yönetmene gelince bir parantez de Netflix ve The Irishman için açmak gerek. Geleneksel sinema anlayışının uğradığı dönüşümde aslan payı, dijital yayıncılığın şimdilik lideri Netflix’in oldu. DVD kiralayarak işe başlayan şirket, diğer başarı öyküleri gibi beraberinde sıradanlaşmayı da getirdi. Genç sinema seyircisinin, kaliteli dizilere yöneldiği son on yılda birbirini tekrar eden yapımlar üretmeye hapsolan Netflix, geçen yıl ödülleri silip süpüren “Roma” ile film yapımında büyük bir sıçrama yapmıştı. Bu yıl da pek çok Netflix yapımı arasında Oscarın favorilerden The Irishman’in oluşu, seyir alışkanlıklarının keskin dönüşümü ile ilgili ipuçları barındırıyor. Hele de Marvel çıkışından sonra sinema-dışı gösterim olanaklarına örnek olan ve dijital yayıncılıkta da iyi film yapılması gerektiğini gösteren Scorsese’yi alkışlamamak olmaz. Fakat Marriage Story gibi güçlü örnekler dışında vasat işleri tekrarlayan bir yapıya dönüşen Netflix’in seyirciyi sürekli oyalaması zor. Bence gösterim araçları değişse bile filmin izleneceği asıl mekân sinema. Parazit’in usta yönetmeni Bong-Joon Ho’nun bir demeçte Netflix’le ilgili soruya verdiği yanıt gibi: “Sinema salonu hâlâ en iyi platform. Orası izleyicinin duraklat düğmesine basmadığı tek yer.” Yeri gelmişken Yusuf Atılgan’ın ‘sinemadan çıkmış insan’ını hatırlasak fena mı olur? Çünkü “sokak, sinemadan çıkmamışlarla, asık suratlılarla… dolu.”
Ama o eski sinemalar da yok tabii. AVM sinemalarının dip dibe salonlarında yandan gelen süper-kahramanlı filmin homurtusu eşliğinde ‘iyi film’ izlemek zor. Aslında sadece film izlemek bile zor. Neyse ki bu yıl da imdadımıza festivaller ve pastanın büyük paylarını yalayıp yutan ana sermaye dışında bağımsız sinemaya ilgi gösteren Başka Sinema gibi girişimler yetişti. Böylece gösterimde kısa kalsalar da “Eşanlamlılar”, “Yuli”, “Yüzleşme”, “Üzgünüz Size Ulaşamadık”, “Deri Ceket”, “Onun Adı Petrunya”, “Oyunbozan”, “Ve Sonra Dans Ettik”, “Monos”, “Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi” gibi enfes filmlere ulaşabildik. Bu filmlerin ortak özelliği, sinemasal anlatımın ruhuna sahip olmaları. Sinemanın görsel bir sanat olduğunu unutmadan, öyküleriyle seyirciye değer verdiklerini hissettirmeleri. Türk sineması için de benzer şeyler söyleyebiliriz. Ama şapşal komedi filmlerinin her yanı sardığı bu yıl, özgün filmlerimiz pek de fazla değildi. Emin Alper’in “Kız Kardeşler”i yılın en iyi Türk filmiydi kanımca. “Ahlat Ağacı”, “Kraliçe Lear”, “Yuva”, “Küçük Şeyler” “Görülmüştür” dikkate değer diğer filmlerdi.
Geçen yılın çok konuşulan iki güçlü filmini de bu noktada değerlendirelim: Çizgi roman uyarlamalarının rotasını daha karanlık ve gerçekçi bir bölgeye çeken “Joker” ve Güney Kore sinemasının dünyaya armağan ettiği şaşırtıcı “Parazit”. Biri bu yılki Altın Aslan’ı, diğeri Altın Palmiye’yi kazandı. İlki daha çok Joaquin Phoenix’in oyunculuğuyla konuşuldu. Ama iki film de sanayi toplumundan beri giderek derinleşen sınıf sorununa ilginç bir perspektifle bakıyorlardı. Joker’in toplumsal bir hezeyan yaratıp yaratmayacağı korkusu bir yana, sinema estetiği olarak üst düzeyde oluşu, bundan sonra ana akım filmlerin sığınacağı limanı işaret ediyor gibi. Ucuz taklitlerle bu güzel damarı da tüketeceklerine şüphe yok elbette. Ama biz sonraki yıllardan ümidi kesmeyelim. Çünkü ‘o güzel filmler o güzel seyircilerle birlikte gitmedi’, hâlâ buradalar, kalbimizin yanındalar. Bizimle beraber saf bir sinema arayışı için coşkuyla atıyorlar…