Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, 1821 yılında Moskova’da doğmuştu. Orta sınıfa mensup babası yoksullar hastanesinde cerrahtı. Çocukluğunu sarhoş bir baba ve hasta bir anne arasında geçiren Dostoyevski, annesinin ölümünden sonra St. Petersburg’daki Mühendis Okulu’na girdi. Askeri temelli bir okuldu. Babasının ölüm haberini burada aldı. Okulu başarıyla bitirdikten sonra İstihkâm Müdürlüğü’ne girdi. Bir yıl sonra istifa ederek ayrıldı ve edebiyata yöneldi.
Ailesinin ve çevrenin baskılarından kaçmak için genç yaşında kitaplara sığınmış, dünya edebiyatından, özellikle romantiklerden etkilenmişti. Romanlarında fantazya, gerilim, cinayet, korku gibi temaları kullanan E.T.A. Hoffmann, Schiller, Goethe, Shakespeare, Balzac ve Dickens en sevdiği yazarlardı.
İnsancıklar
İlk romanı ‘İnsancıklar’ı 1846’da yazdı. O yıllarda Rus edebiyatını yönlendiren eleştirmen Belinski tarafından beğenilen ‘İnsancıklar’da sıradan, yoksul, çaresiz insanların hayatını anlatmıştı. Bu dönemde siyasetle de ilgilenmeye başladı ve bu ilgi hayatının akışını kökünden değiştirdi. Siyasi görüşleri nedeniyle tutuklandı, idama mahkûm edildi, kurşuna dizilmekten son anda kurtuldu ve Sibirya’ya sürüldü.
Cezası sona erdiğinde (1859) St. Petersburg’a döndü ve yeniden yazmaya başladı. 1861’de, kendi çıkardığı dergide ‘Ecinniler’in tefrikasına başladı. Ancak Dostoyevski’ye eski ününü geri veren kitabı, Sibirya hayatını anlattığı ‘Bir Ölü Evinden Anılar’ (1861) oldu. ‘Kaybedilen özgürlük’ teması, özgürlük peşinde koşan Rus aydınları tarafından övgüyle karşılandı. Bu övgü, 1864 yılında çağdaşı sosyalist aydınları hicvettiği ‘Yeraltından Notlar’a kadar sürdü. Turgeniyev’le Dostoyevski arasındaki gerilim hem romana hem de tartışmalara yansımış, daha sonra işleyeceği birçok felsefi ve ahlaki problemin tohumları bu romanda atılmıştı.
Yeraltından Notlar
Yazarlık kariyerinin ‘Büyük Romanlar’ı ‘Yeraltından Notlar’la başladı. Onu ‘Suç ve Ceza’ (1866), ‘Kumarbaz’ (1866), ‘Budala’ (1869), ‘Ecinniler’ (1872) ve ‘Karamazof Kardeşler’ (1881) izledi. Bütün bu romanlarına rağmen, savunduğu fikirler nedeniyle devlet tarafından tehlikeli, aydınlar tarafından gerici bulunarak ülkesinde sessizlikle kuşatılan, romanlarını hak etmediği bu kuşatılmışlığın öfkesiyle yazan Dostoyevski, 1881’de hayata veda etmişti.
Hayatını maddi ve manevi sıkıntılarla, her biri bir skandal gibi yaşanan aşk ve evliliklerle, kumar ve sefahat âlemleriyle renklenen Avrupa seyahatleriyle ve edebiyat dünyasıyla sürdürdüğü polemiklerle geçiren bu büyük yazar, çoğu kitabını yayıncılardan aldığı ‘kaporalar’ nedeniyle çok kısa sürelerde tamamlamıştı. Ancak bu zaaf, büyük eserler vermesini engellemedi.
Dostoyevski’nin eserlerini daha iyi kavrayabilmek için anlattığı hikâyelerin cereyan ettiği tarihsel/toplumsal arka planı, yani 19. yüzyıl Rusya’sını, daha doğrusu Dostoyevski’nin Rusya’ya ve Rus insanına nasıl baktığını incelemek gerekir. Bu konuda 1876-1881 yılları arasında kaleme aldığı ‘Günlükler’iden yararlanabiliriz.
Günlükler
Söz konusu günlüklerindeki asıl meselenin bir kimlik yaratmak olduğu açıkça görülüyor. İster Avrupa’dan bahsetsin isterse Rus köylüsünden, ister Hıristiyan inancını irdelesin isterse sosyalizmi, Dostoyevski’nin dönüp dolaşıp odaklandığı sorun, Avrupa karşısında geri kalmış Rusya’dır, ezilen Rus halkıdır. Yoksulluktan ve yoksul insanlardan, siyasal ve toplumsal sorunlardan söz ederken bile -hikâye ve romanlarındaki kadar coşkulu ve parlak cümlelerle- anlattığı Rus insanının ruhudur. Her ‘özcü’ felsefe gibi, milletin ‘hars’ını bulup çıkarmaya soyunan Dostoyevski’nin düşünceleri de dar bir milliyetçiliğe saplanıp kalır. Öyle ki, Avrupa’yla birleşmeyi ve evrenselliği savunurken “Gerçek Rus için Avrupa ve büyük Ari kavmin yazgısı, Rusya kadar, anayurdumuzun yazgısı kadar büyük değer taşır” demekten kendini alamayacak, hastalıklı ve yozlaşmış bir toplumun sağaltılması için yegâne çözüm saydığı savaşı savunacaktır. Her kimlik arayışında, her milliyetçi reflekste ‘öteki’lere ihtiyaç duyulduğunda, modernliğin barbarlara göre tarif edildiğini biliyoruz. Günlüklerdeki yazılardan kolayca anlaşılıyor; Dostoyevski için ‘öteki’ler, tarihsel ve siyasal dinamikler gereği Türkler ve Yahudilerdir!..
Rusya’nın etkisi
Büyük bir yazarın kaleminden çıkan bu sevimsiz ve sağduyudan uzak ifadeler, Dostoyevski’nin günlüklerinin ardındaki duygusal ve düşünsel arka plana, yani Rusya’nın içinde bulunduğu ekonomik, siyasal ve toplumsal sıkıntılara, bir ideal olarak kabul gören modernizmin gecikmişliğinden -Batı karşısındaki geri kalmışlıktan- kaynaklanır. Ancak buradaki geri kalmışlık, Dostoyevski’nin romanlarında çağını aşan sorunlara açılmasını sağlayacaktır. Yeni bir insan tipini -kapitalist metropollerin bunalan bireyini- herkesten önce, tüm ‘sorun-kompleksleriyle birlikte’ romana ilk katan ve çağının ahlak ve dünya görüşüyle ilgili sorunlarına o zamana değin hiç mi hiç ortada olmayan ve daha sonra da aşılamayacak bütünlüğü sunan Dostoyevski’dir.
Yaşadığı toplumla, edebiyat dünyasıyla ve kendisiyle hiçbir zaman uyum sağlayamamışlıktan kaynaklanan gerilimli ruh halini ve ikilemlerle dolu tercihlerini eserlerine taşıyan Dostoyevski, sistematik çözümler üretememişti elbette. Buna karşılık romanlarının derinliği ve insan zenginliği tam da bu çözümsüzlüklerden, bu parçalanmışlıktan, bu arayıştan kaynaklanır. Büyük meselelere açılmak, milletin ‘hars’ını aramak isterken Rus insanını, daha da genişletelim, ‘insandaki insanı’ bulmuştu Dostoyevski. Rusya’nın ve Rus halkının Avrupa karşısındaki geri kalmışlığı sorunu romanlarına kapsamlı bir toplumsallık katacak, Rusya’daki yaşamı hiçbir meslektaşının yapamadığı kadar canlı nakledecektir.
Dostoyevski ile başlayan akım
Roman sanatının dış dünyayı anlatma konusunda düştüğü tekdüzelikten, yani nesnel dünyanın sadece yansıtılmasından, insanın iç dünyasında olup bitenlerin de işin içine sokulmasıyla kurtulması, insan psikolojisinin derinliklerine inme kaygıları Dostoyevski ile başlar. Bu, öylesine bir derinliktir ki Freud’un teorilerini bile etkileyecektir. İnsan psikolojisini yakalamadaki bu olağanüstü başarısı ile Bahtin’in işaret ettiği çoksesliliği birlikte ele alabiliriz. Bahtin’in Dostoyevski okumasında dikkat çektiği diyalojik anlatım ve çokseslilik, roman kişilerine benzeri olmayan bir derinlik ve gerçeklik kazandırır.
Çokseslilik basitçe anlatım tekniğine indirgenemez. Yazarın bu sesleri duyması, insanın en gizli derinliklerinden çıkan sessiz çığlıklara ya tanık olmuş ya o çığlıkları bizzat atmış olması gerekir. Dostoyevski’nin diyaloglar, tasvirler, mimik ve jestlerle canlandırdığı roman kişileri tuhaf biçimde sahicidir. Oysa bu kişiler bildik anlamda roman kahramanlarına benzemezler. Gerek edebiyatta gerek hayatta ne bir Rosnolnikov’a, ne Prens Mişkin’e ne de Yeraltı Adamı’na rast gelebilirsiniz. Ancak hayatta maddi karşılığı olmayan bu kahramanlar, ruhlarıyla canlıdırlar. Çünkü o, insan ruhundaki hakikati yakalamıştır.
“Yüreklerin sağır olmadığı” bir dünyayı tasavvur etmişti Dostoyevski. Bütün karamsarlığına rağmen, romanlarının sonlarında -soru işaretleri de olan- iyimser bir kapı araladı. Artık o kapının açılamayacağı bir dünyada yaşadığımızı biliyoruz. Bugünkü yaşam tarzımız ve ideolojilerimizle yeniden okuduğumuzda, onun romanlarındaki ahlaki çatışmalar, rastlantılar, vicdan azapları abartılı gelebilir. Hissettiğimiz abartı, Dostoyevski’nin giderek rasyonalleşen, metalaşan, ahlaki kaygılardan uzaklaşan bir toplumda yaşamaktan dolayı -daha o yıllarda- attığı çığlığın haklılığının kanıtıdır.