Eleştirmen, yazar Zehra İpşiroğlu ‘Yaşamdan Tiyatroya Tiyatrodan Yaşama’ adlı yeni kitabıyla iyi tiyatro yapanların peşine düşüyor. Farklı tiyatro türlerinin eleştirileriyle okuyucunun hafızasını tazelerken, tiyatronun mutfağına giriyor ve görünmeyeni gün yüzüne çıkarıyor. İpşiroğlu, yeni kitabıyla Köln-İstanbul arası yaşamı içinde gözlemlerini paylaşırken, sahnelerin görevini de tiyatro topluluklarına hatırlatıyor ve sanatçılar için şunu söylüyor: “Gerçek bir sanatçı eleştiriye açıktır.” Eleştirmen olarak keşfe çıktığı, yazar olarak da hayattan bir şeyler yakalamaya çalıştığı kitabında okuyucuya kendi bakış açısını armağan eden Zehra İpşiroğlu ile kitabını konuştuk
‘Yaşamdan Tiyatroya Tiyatrodan Yaşama’ kitabınızda nasıl bir arayış içindesiniz?
Adı üstünde tiyatro ile yaşamın kesiştiği noktadayım. Tiyatronun gücünü yaşamdan aldığı, yaşama dair bir şeyler bulmaya çalıştığı, aradığı yerde. Eleştirmen olarak bu tür oyunları keşfetmeye çalışırken, yazar olarak da hayata dair bir şeyler yakalamaya çalışıyorum.”
Tiyatroda Külterlerarası ve Ötesi Etkileşim ile Göç Sorunları, Toplumsal Cinsiyet ve Şiddet Kültürü, Şiddetin Farklı Yüzleri, Mizah ve Taşlama… Dört ana konu altında yapmış olduğunuz çalışmanın her biri ayrı bir kitap incelemesi adeta. Örneğin ‘Toplumsal Cinsiyet İzleği’ başlı başına öne çıkıyor.
Bunlar yaşamla tiyatronun kesiştiği noktada yıllardır üzerinde düşündüğüm, çalıştığım konular. Toplumsal cinsiyet üzerine kendim de uzun süredir deneme, roman, oyun yazıyorum. Giderek derinleştiğim, derinleştikçe de yeni öyküler keşfettiğim çok karmaşık bir alan bu. Kültürlerarası ve ötesi etkileşime gelince Köln ve İstanbul’da yaşayan ve iki farklı toplum arasında gidip gelen biri olarak benim bu konuya özellikle ilgi duymam çok doğal. Mizahı, dünyaya gülen gözle bakmayı çok severim. Mizah bizi yıkıcı güçlerden koruyan bir özgürlük alanı oluşturuyor. Bu açıdan özellikle hocalarım Aziz Nesin ve Haldun Taner üstüne bir şeyler yazmak istedim. Onlardan çok şey öğrendim çünkü.
“Onların peşindeyim” demişsiniz önsöz bölümünde. Kimdir onlar?
27 Mart Ulusal Tiyatro Bildirisi’nde yazdıklarımdan söz ediyorsunuz sanırım. ‘Onlar’ tiyatro aracılığıyla bize dokunanlar, kısaca iyi tiyatro yapanlar. O kadar çok şey yazılıyor, çiziliyor ve sahneleniyor ki, bütün bu kaotik sanat ortamı içinde ‘onlar’ı keşfetmek hiç de kolay değil. Bit pazarında gezindiğinizi ve bir sürü ıvır zıvırın içinde gerçekten değerli bir şey bulduğunuzu düşünün, onun gibi bir şey bu.
KUTUPLAŞMA DORUKTAYKEN SANATÇI NASIL BİR DURUŞ BENİMSEYECEK?
“Sanat kişide haksızlık, acı, çatışmaların kökenlerine inerek empati duygusunu uyandırmaya çalışıyor” diyorsunuz. Günümüzde sanat bu duygulara hizmet ediyor mu?
Sanatçının yaşama dair bir derdi, bir sorunu varsa ve bunu bizlere aktarabiliyorsa evet.
Kitabınızda belgesel tiyatrodan, performans türü oyunlara, operadan, taşlamaya, tarihsel konulu oyunlardan, psikolojik oyunlara değin farklı oyun ve türlerini değerlendirmişsiniz. İncelediğiniz oyunların ortak izleği hangi konulardan oluşuyor?
Adaletsizlik, eşitsizlik, şiddeti tetikleyen bir milliyetçilik ve dincilik anlayışı ve faşizm, donmuş bir gelenekçilik, göç, savaş, ötekileştirilme, dışlanma, yani yıkıcı güçler kitapta ele aldığım oyunların ortak izleğini oluşturuyor. Ancak bu oyunların neredeyse hepsinde amaç sadece yıkıcı güçleri sergilemek değil, aynı zamanda çıkış yollarını da aramak ya da en azından başka türlü olabileceğini de sezdirmek. Umut hiç yoksa, sadece kapkaranlık bir dünya gösteriliyorsa sanat sadece var olanı yansıtıyor demektir ki, bu ne kadar yeterli olabilir bence ayrı bir tartışma konusu. Fransız yazar ve düşünür Stephane Hessel’in söylediği gibi zengin ile yoksul arasındaki uçurumun giderek büyüdüğü, doğa yıkımının dünyamızı yok etmeye doğru hızla ilerlediği ve kültürlerarası kutuplaşmanın doruğuna ulaştığı bir ortamda sanatçı nasıl bir duruş benimseyecek? Doğrusunu isterseniz bir sürü yol var. Sanatçı kendini tatmin ederek sadece ego gösterisi yapabilir, devekuşu rolünü benimseyerek olup biteni görmemeyi tercih edebilir, sulu zıpır oyunlarla kendisini oyalayabilir, hiçbir şeyin ciddiye alınmadığı postmodern bir duruşu benimseyebilir ya da yaşamla sanatın buluştuğu noktadaki öyküleri keşfederek bize bir şeyler söyleyebilir. Bunların hepsi mümkün ama bence en zoru sonuncusu. Ve gerçekten iyi yapılmışsa, özgünlüğü ve sahiciliği varsa kalıcı olan da sonuncusu.
TOPLUM OLARAK ELEŞTİRİYE KAPALIYIZ
İncelemenizde özellikle tiyatro oyunları üzerinden yaptığınız eleştirilerle bir nevi okuyucunun da hafızasını yokluyorsunuz. Tiyatro ve eleştiri. Bu iki kelime yan yana gelince motivasyon kırıcı olarak algılanabiliyor. Fakat siz eleştirinin, tiyatronun yapıcı gizilgücünü beslediğini savunuyorsunuz. Toplum olarak eleştiriye tahammül edilememe durumunu neye bağlıyorsunuz?
Eleştiri yol açıcı, yapıcı bir eleştiriyse neden motivasyon kırıcı olsun? Eleştiriyi hiç kabul etmeyen insanlarda mutlaka bir aşağılık kompleksinin ya da en azından bir özgüven eksikliğinin olduğunu düşünüyorum. Malum korkular… Ama yaptığımız işe yürekten bağlıysak, inanıyorsak ve bunun için yeterince emek vermişsek neden korkalım? Bence gerçek bir sanatçı eleştiriye açıktır, eleştirileri kendi düşünce süzgecinden geçirerek işine yarayanı benimser, işine yaramayanla da ilgilenmez. Bu kadar basit bir şey bu. Aslında eleştiriye tahammülsüzlüğün birkaç nedeni var: Özgüven eksikliği, aşırı ego, kendimizi dev aynasında görme, hayatı hep bir kutuplaşma ve savaş alanı olarak görme… Evet bence toplum olarak eleştiriye oldukça kapalıyız. Daha doğrusu eleştiriyi kötü bir şey olarak algılıyoruz, kişisel bir saldırı gibi. Oysa eleştiri dışarıdan bir bakış olarak çok değerli.
Batı toplumlarındaki gelişmelerle Türkiye’deki gelişim arasındaki farktan tiyatro da payını alıyor mu? Yerli yazarlardan örnekler karşımıza çıkıyor incelemenizde. Yerli yazarlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Buna yazar, araştırmacı ve eleştirmen olarak kendi açımdan yanıt vereyim. Benden önceki kuşaktan bana yol gösterenler çok oldu Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Haldun Taner gibi yazarların önemli bir yeri vardır yaşamımda. Bu yazarlar üzerinde çok çalıştım, özellikle de onlar hakkında yurt dışında çok yayın yaptım. Onlara hayrandım, yine de onların sadece yol açıcı değil kısıtlı yanlarını da görebildim. Sözgelimi kadına bakışları. Eleştiri böyle bir şey işte. Şimdi etkin olma sırası bizim kuşağımızda, öncelikle de bizden sonraki kuşaklarda.
Zehra İpşiroğlu’nun kaleme aldığı, Berna Laçin’in rol aldığı ‘Hayal Satıcısı’ geçen sezon prömiyer yapmıştı.
Sanatın yaşadığımız bu toplumda olanlara karşı çıkışı ütopik bir umut mu?
Bu bir edebiyat yapıtıysa nasıl yazıldığına bağlı. Sözgelimi ben kadın ve şiddet üzerinde çok duruyorum oyunlarımda, olanı sadece yansıtmakla yetinseydim umuda dair hiçbir şey yakalayamayacaktım. Ama ataerkil sistemi tetikleyen güçleri hem bireysel öykülerde hem de toplumun çeşitli mekanizmalarında göstermeye çalışıyorum. Öyle olunca da yaşadıklarımız kader olmaktan çıkıp değişebilirliği içinde gündeme geliyor. Bu da bir umut tabii… Yaşamda bizi kısıtlayan mekanizmalara karşı çıkma, sorgulama, eleştirme daha iyi bir dünyaya olan umudu da beraberinde getiriyor.
Kitapta endüstri ve kültür kelimelerini sıklıkla kullanıyorsunuz. Bu bir eleştiri mi, yoksa kültür endüstrisinin dayattığı ilkelere karşı alternatif yol arayışı mı?
Ünlü düşünür Theodor Adorno tarafından geliştirilen kültür endüstrisi diye bir kavram var. Kültürün bir endüstri ve kültür ürünlerinin de metalar haline geldiği düşüncesinden yola çıkıyor. Kültür endüstrisinin amacı sisteme aykırı düşmeyen sanatı görünür kılmaktır. Hollywood türü filimler, çok satar piyasa romanlar ve tabii bazı TV dizileri bu kategoriye giriyor. Üretim ve tüketimin sistemin kendini yeniden ürettiği bir araca dönüştüğünü görüyoruz bu ürünlerde. Yaşamdaki olumsuz etkenlerin yok sayıldığı ya da rastlantılarla açıklandığı bir zihniyet sorgulayıcı, eleştirel düşünmeyi de kabul etmiyor. Son çıkan ‘TV Dizi Pusulası/Dizi Eleştirisinin Temelleri’ kitabımda bu sorunu TV dizileri açısından irdeliyorum. ‘Yaşamdan Tiyatroya Tiyatrodan Yaşama’ kitabımda ise tam tersine kültür endüstrisinin dayattığı ilkelere karşı duran alternatif bir tiyatro arayışının izini sürüyorum.
‘UYKULARIN KAÇSIN’ HAREKETİ İLE TİYATRODA TACİZ OLAYLARI İFŞA EDİLİYOR
‘Kadınların Çığlığı’ bölümünde eril yaşamın içinde kilitlenen kadınlar ele alınıyor. Bu konuda Batı tiyatrosu ile Türk tiyatrosunu nasıl karşılaştırıyorsunuz?
‘Kadınların Çığlığı’ yazımda #MeToo hareketinden esinlenerek sahnelenen Bonn Tiyatrosu’nda izlediğim ‘Horror Evi’ oyununu anlatıyorum. Tiyatroda ayrımcılığı, seksizmi ve tacizi sorgulayan bu oyun erkek şiddetine karşı güncel bir hareketi gündeme getirdiği için yer yer çok karmaşık da olsa ilginç geldi bana. Son aylarda bizde de böyle bir uyanış başladı. ‘Uykuların kaçsın’ hareketi ile tiyatroda taciz olayları ifşa ediliyor, görünür kılınıyor. Bakalım bu direniş tiyatro ve diğer sanat alanlarında ne tür yeni üretimlere yol açacak. Sadece tiyatro değil�sinema başta olmak üzere bütün sanat alanlarını kuşatan #MeToo hareketi iki açıdan önemli: İlki tacize karşı kadın dayanışması ve mücadelesi açısından, ikincisi ise “Sanatçı dehadır” mitinin kırılması açısından.”
Benim de hocam olan Tuncer Cücenoğlu’nun ‘Çığ’ oyunu örnekleriniz arasında. Herhangi bir ses çıkaran çığın altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Yine günümüze nokta atışı yapan bir örnek…
‘Çığ’ oyununu Ukrayna’daki bir festivalde Litvanyalı bir yönetmenin yorumuyla izledim ve açıkça çok etkilendim. Kara mizaha yaklaşan çok güzel bir epik tiyatro yorumdu. Çığ metaforu da başlı başına çok çarpıcı bir buluş tabii. Ancak oyundaki eril bakış beni tedirgin etti. Otoriter, faşizan bir yönetimin insanlık dışı eylemlerine dur demeyi başaran bir kahramanlık eylemi söz konusu. Yani şiddete karşı şiddet… Doğrusu ben sorunların şiddetle çözümlenebileceğine inanmıyorum, kısa sürede belki evet ama şiddet ve baskılar bir süre sonra mutlaka başka bir yerlerden patlak verecektir.
MİZAH UMUDU DİLE GETİRİYOR
Peşinizi hiç bırakmayan soruyu size sorsam, tiyatronun baskı dönemlerinde konumu ve işlevi ne olmalıdır?
Kaba çizgileriyle özetleyecek olursam tiyatroda iki eğilim göze çarpıyor: Birincisi suya sabuna dokunmayan oyunlar, ucuz güldürüler, TV dizilerini andıran bulvar tiyatrosu gösterileri, kısaca izleyici düşündürmekten uzaklaştıran, o an hoş zaman geçirmesini sağlayan oyunlar. Bunu o an karnımızı doyuran ama sağlığımıza hiç de iyi gelmeyen fast food yiyeceklere benzetiyorum. Sisteme uyum sağlayan bu tür bir tiyatro anlayışı baskı dönemlerinde de yaşamını çok rahat sürdürebiliyor. İkinci eğilimde ise yaşadığımız dönemle, sorunlarla hesaplaşmaktan kaçmayan oyunlar gündeme geliyor ki, bu tür bir tiyatronun işi özellikle baskı dönemlerinde iyice zorlaşıyor. Çünkü bu tür oyunların sadece sorgulayıcı ve düşündürücü değil aynı zamanda insanı can evinden vuran bir gizilgücü var ki, bu birçok kimsenin işine gelmiyor tabii.
Mizah eleştirilerinizi sona bırakmışsınız. Bunun bir sebebi var mı?
Mizah bölümünü sona aldım. Çünkü mizah umudu dile getiriyor. Mizah yoluyla sorunların içinde boğulmaktan kurtuluyoruz. Mizah mesafeyi sağlıyor. Uzaklaştığımız anda da bizi daraltan ya da yolumuzu tıkayan sorunları daha iyi görebiliyor ve irdeleyebiliyoruz. Kısaca mizah sorunların özüne inmemizi sağlayarak bizi bir derecede rahatlatıyor. Belki de bu nedenle özellikle baskılı toplumlarda çok gelişiyor. Bu nedenle özellikle antidemokratik yönetimlerin mizahtan, taşlamadan, karikatürden çok korktuklarını biliyoruz.
YAŞAMDAN TİYATROYA
TİYATRODAN YAŞAMA
Zehra İpşiroğlu
İkarus Yayınları, 2021
240 sayfa, 35 TL.