İyi bir ev bir filmin gizeminin ve cazibesinin bir parçasıdır: kötü hislerin saklanabileceği lüks köşeler ve çatlaklar barındırır. Netflix’te 14 Mayıs’ta yayımlanan Penceredeki Kadın (The Woman in the Window) Anna rolündeki Amy Adams için bile izlenir diyerek açtık. Anna, 10 aydır evi terk etmeyen bir agorafobun sinir bozucu bir enkazıdır. Evi onun hem kozası, hem de hapishanesi. 5 ila 10 milyon dolarlık bir evden bahsediyoruz. Ev şahane. Bu yüzden çok kötü hissetmek zor olsa gerek:)
Yüksek tavanlı odalar gölgeli bir parıltıyla yıkanmış, eskiyen bir tadilattan kalan sessiz renkler, o kadar uzağa uzanan dolambaçlı bir ahşap merdivenle, hiç bitmeyecek gibi görünüyor.
A.J. Finn’in aynı isimli kitabından uyarlanan filme dair olumlu yorumlar kadar olumsuz yorumlar da var. İnsan Adams’in başrolünde olduğu bir gerilim filminden çok şey bekliyor. Peki beklentiler karşılanıyor mu? Önce fragmanına bakalım👇
Amy Adams filmde agrofobisi (dışarı çıkamama korkusu) olan Anna Fox’u canlandırıyor. Filmde Adams’a Gary Oldman ve julliana Moore gibi isimler de eşlik ediyor. Bu simler ve böyle bir konuyla ortaya çıkan iş ise daha çok insanın yazmaya eli varmasa da vasat olarak nitellendiriebilir.
Aslında 2020 yılında çekilen ya da vizyona giren filmlere hep pandemi şartlarını düşünerek bol keseden olumlu incelemeler yazmaya çalışıyoruz. Zor koşullarda çekilen vizyona giren filmler zaman zaman can simidimiz oldu. Özellikle pandeminin ilk aylarından sonra her şeyin daha zorlaştığı konsantrasyon zorlukları da dahil pek çok sıkıntı yaşadığımız dönemde bu filmler hayatımıza hoşluk katmadı değil elbette. Bu özenimizi de devam ettirerek filmde ne izlediğimize bakalım.
“The Woman in the Window”, Hitchcockian olarak adlandırılmayı çok sevecek bir film. Ama bunu yapamamamızın pek çok nedeni var. Öncelikle 2021’de, kahramanınızın caddenin karşısındaki komşularının evinin büyük ön penceresinden bakarak gözetliyor. Bu pek geçekçi değil. Doğru teknik, Greenwich Village dairesinin arka avlusuna bakan “Arka Pencere” (1954) filminde James Stewart’ın yaptığı gibi olmalıydı.
Kahramanınızın bir cinayete tanık olma zamanı geldiğinde, katilin, Norman Bates’in “Psycho” da kullandığı bıçak gibi bir mutfak bıçağı kullanmasına izin verilmemeliydi. O tür cinayetler DVD’lerde kaldı zannımca.
En önemlisi, kahramanımız anlatıcı. Onun anlatıcı olması psikolojik durumunun etkisini azaltıyor. Endişeli ve bunalımlı ama aynı zamanda meraktan da huzursuz olan Anna, Boston’dan yeni gelen yeni komşularının dairesini gözetlemeye başlıyor, derken komşuları sürekli ona ziyarete geliyor ve insan neden olduğunu merak ediyor. Sürekli kendilerini tanıtıyorlar. Abartılı bir şekilde.
Henüz 15 yaşındaki Ethan’ın (Fred Hechinger) belirteci olarak hapşırığa benzer bir şey kullanılması şart mıydı? Peki Alistair Russell rolündeki Gary Oldman’ın beyaz saçlarıyla yaşadığımız şoka ne demeli!!! Julianne Moore’un canlandırdığı Ethan’ın annesi gülmeye aşırı aşinalıkta. Ve Anna’nın bodrum katındaki kiracısı (Wyatt Russell), şartlı tahliyesini atlayan ve Anna’yı korkutmaya devam eden kaba, uzun saçlı bir milenyum müzisyeni. Bu karakterin ortaya attığı temel soru şudur: Sosyal kaygı bozukluğu olan ve bu kadar devasa bir evi olan Anna neden bodrumu kiraya verme zahmetine girsin? Filmde buna bir yanıt verilmeye çalışıyor ama pek ikna edici değil.
Adams’ın performansını değerlendirmek gerekirse 10 üzerinden 10 alır. Gördüklerini sempatik polis dedektifine (Brian Tyree Henry) açıklamaya çalıştığı her seferinde, paranoyak ve hayalperest görünen agrofobik Anna’yı mükemmel hayata geçiriyor.
Yapım tasarımının başarısı
Filmin yapım tasarımcısı Kevin Thompson, Joe Wright’ın “The Woman in the Window” uyarlamasının bir kara film olacağından hareketle şiddetli agorafobiden muzdarip Anna Fox’a özgü bir renk paleti bulması gerektiğinden hareketle gayet başarılı bir çalışmaya imza atmış.
Thompson, eve kırmızı bir kanepe ve şeffaf turuncu perdeler gibi renk patlamaları eklemiş. Bunu seyirciye pencerelerde hayat olduğunu ve bir zamanlar Anna’nın hayatında canlılık yaşadığını bildirmek için yapmış. Bunu kendisi söylüyor bu arada.
Her şeyden önce Anna’nın yaşadığı 19. yüzyıldan kalma evin şahane olduğunun altını çizelim. Evi, bir sahne üzerine inşa edilmiş ve beş sete bölünmüş. Filmin başlangıcında kamera, evin ve mekanlarının içinde hareket ediyor. Setin en büyük bölümleri, kulübe, birinci kat ve üç kat yükselen merdiven boşluğuydu. Hepsi hikayenin merkezinde, ancak merdiven boşluğu bağ dokusu görevi görüyor.
Evdeki her seviyeye, duvar dokusunda bilinçaltı bir değişiklik veya renk değişikliği olsun, bir karakter verilmiş. Thompson, “Çok sayıda alçı testi yaptık. Renklerin yarı saydam bir derinliği olsun diye duvarların sıvalarını boyadık.” diyor.
Çalışma koyu mavi. Yatak odası, daha az bitmiş bir görünüm vermek için pembe bir gölgeye sahip. Buradaki fikir, Anna’nın o odayı fazla kullanmaması, bunun yerine kanepede, ofisinde ve kocasının ofisinde uyuması.
Thompson, “Evde katlar yükseldikçe, daha az kullanılmış ve daha az özenli hissetmesini istedik,” diyor. Evin ortasına yerleştirilien ve her zaman hazır olan mutfak en çok kullanılan yer. Diğer odalar, kullanılmamış ve ıssız gölgelermiş gibi görünüyor gerçekten de.
Russell ailesi sokağın karşısına taşındığında Anna yalnız yaşıyor ve Fred Hechinger’ın canlandırdığı 15 yaşındaki oğulları Ethan ile arkadaş oluyor. Ethan’a kocasından ve çocuğundan ayrıldığını söylerken Anna’nın ailesini öğreniyoruz.
Peki ne olmuş derseniz Anna’nın ailesine… Bu spoilere girer. Gerçi filmi izlerken aileye ne olduğuna dair hemen bir fikriniz oluşuyor. Yine de acele etmeden o meselenin aydınlanacağı yeri bekleyin derim.