Serdar Yıldız’ın yazdığı İllet: Bir Salgın Romanı yeniden raflarda yerini aldı. Eser, İstanbul’da yaşanan bir kolera salgınını konu alıyor. 2013 yılında ilk baskısını yapan eser, şimdi Antares Yayınları etiketi ile raflardaki yerini buldu.
2014’te Karanlık Gökkuşağı: Geceyi Korkular Aydınlatır kitabında ve 2017’de Yüksek Doz Gelecek: 5 Yazar 5 Bilimkurgu Roman projesinde okurla buluşan Serdar Yıldız; İllet romanında, şehrin salgınlar tarihine, karantinalarına ve karanlık geçmişine göz atıyor. Roman, günümüzde de hayatı altüst eden Koronavirüs pandemisi sırasında yeni bir bakış ile hatırlanmayı hedefliyor.
Boğaz’a musallat olan salgın yüzyılı aşkın gizemli bir tarihin, cinayetlerin, ilkel inanışların, mitoloji tanrılarının ve karanlık planların kapılarını aralar. İstanbul, 1893’ten sonra yine Boğaz sularından yayılan bir istilayla yüzleşmek üzeredir. Ailelerinin sırlarından habersiz yaşayan yeni nesil, kendini bir anda esrarengiz olayların içinde bulur. Karantinaya alınmış sessiz bir şehir, hızla yayılan hastalık, maskeyle gezip birbirine kuşkuyla bakan insanlar. İlk kez 2013’te yayımlanan İllet, günümüzün salgın iklimiyle birçok benzerlik gösteriyor.
Editörlüğünü Baran Güzel’in üstlendiği eserin kapak tasarımı Yunus Karaaslan’a ait. 411 sayfalık İllet: Bir Salgın Romanı Antares Yayınları etiketi ile okurla buluşuyor. Genel yayın yönetmeni koltuğunda ise Şafak Serez oturuyor. Serdar Yıldız İllet’i Duvar’a anlattı:
”İLLET’, BİR KIZ KULESİ GÖRÜNTÜSÜYLE BAŞLADI’
Sırtını tarihî olaylara dayayarak günümüzdeki gizem dolu bir maceraya kapı aralayan ‘İllet’in ilk baskısı 2013 yılında yapıldı, şimdiyse bu roman Antares Yayınları etiketiyle yeniden okurların karşısına çıktı. Önce romanın yazılış süreciyle başlamak istiyorum. ‘İllet’ nasıl bir derdin ürünü?
Edebi metinler yazılma sürecinin öncesinde bazen yazarın kafasında uzun süre olgunlaşır, birçok detay düşüncede belirginleşmişken kâğıda dökülür. Bizzat kendisinden dinlediğim için Ahmet Cemal’in ‘Vergilius’un Ölümü’ çevirisini örnek gösterebilirim. Çevrilmesi ustalık isteyen bu romanın giriş paragrafı, hem eylem öncesindeki olgunlaşmayla hem de bu olgunlaşmayı artık eyleme döken bir görüntü üzerine gelen kavrayışla ortaya çıkmıştır. Sonucunda Ahmet Cemal, yıllardır düşündüğü o ilk paragrafı Türkçede ifade etmeyi başarmıştır. Bazen de bir görüntü, kişi, olay, nesne metnin doğmasını sağlar. Rollo May, ‘Yaratma Cesareti’ isimli kitabında konuya eğilir ve der ki, “Yaratıcı edimde dikkatimizi çeken ilk şey bir karşılaşma olmasıdır”. Söz konusu karşılaşmanın yazarda veya bir ürün ortaya koyacak kişide bir kavrayış yaratması gerektiğini düşünüyorum. Kavrama yoluyla gelen görüntü veya bilginin zihinden silinmesi mümkün değildir.
‘İllet’ de bir Kız Kulesi görüntüsüyle başladı. Bu daha çok yaşadığım şehrin geçmişini ne kadar bilip bilmediğimle ilgili gelen bir farkındalıktı. Boğazın ortasındaki adacıkta duran o yapı binlerce yıldır nelere tanıklık etmişti? Çoğu kez ekranlarda iki sevgilinin arkasında bir fon oluşturduğunu gördüğüm Kız Kulesi, efsaneler haricinde nasıl bir gerçekliğe sahipti? Bunlar direkt şehrin tarihiyle ilgili sorulardı ve üzerine gittiğimde onunla bağlantılı birçok katmanla karşılaşacağımı biliyordum. Gerçekten de öyle oldu ve Kız Kulesi beni İstanbul’un salgınlar tarihine götürdü. Bu şekilde en baştaki sorular, yani yaşadığım şehrin, İstanbul gibi birçok kültüre, medeniyete ev sahipliği yapmış bir şehrin görünen yüzünün ardında bilmediğim neler var sorusu, yazma motivasyonumu ateşlemiş oldu.
İllet, hastalık demektir. Romanın atmosferini yansıtan bir isim olmasına rağmen ilk bakışta hoş duygular oluşturmayacağını biliyordum. Ayrıca İstanbul’da bir salgın kurgulamıştım ve bu da iç açıcı bir konu sayılmazdı. Her şeyden önce hayal gücüyle kurguladığım hikâyemi tarihi gerçekler üzerine inşa etmiştim. İnsanlar, tecrübe etmeden bazı durum veya olayların onlardan daima uzak duracağını sanırlar, bu büyük bir yanılgıdır. Roman yayımlandıktan yedi yıl sonra dünyayı saran Covid-19 ‘İllet’in çevremde tekrar konuşulmasını, belki de başta uçuk gelen salgın ihtimalinin gerçekliğinin görülmesini sağladı.
‘GERÇEK, KURGUDAN TUHAFTIR’
Romanın arka planında her ne kadar İstanbul’un tarihine dokunsak da biz aslında bir salgın tarihine ve o tarihin etrafındaki bir dizi olaya tanıklık ediyoruz. 1893 salgınından günümüze gelene değin irili ufaklı pek çok durağa uğruyoruz. Bu da akla sabit gündemimiz haline gelen Covid-19 salgınını getiriyor. Eski ile şimdiyi kıyasladığımızda toplumsal durum ve salgın ilişkini nasıl yorumluyorsunuz?
Covid-19, gerçeğin kurgudan tuhaf olduğunu bir kez daha gösterdi. Kolera, veba gibi salgınların geçmişte milyonlarca insanı ölüme götürdüğünü biliyoruz. Öyle ki küçük bir mikrop en büyük savaşlardan bile daha fazla can kaybına neden olabiliyor. Salgınlar toplumların genelde çaresiz kaldıkları, zayıf noktalarından biriydi. Mikropla veya virüsle nasıl başa çıkacağını bilmediklerinden, tıpla veya bilimle ilgisi olmayan tuhaf uygulamalarla, deneme yanılmayla kendilerini tedavi etmeye çalıştılar. Bugün de bunu yapmıyor muyuz? Hastalık ve salgınlar dünyayı değiştiren en büyük aktörlerdir. İstanbul da bu felaketlerden kendi payına düşeni belirli aralıklarla aldı, adı ne olursa olsun salgınların başlangıcı ve seyri yüzyıllar önce neyse şimdi de benzer.
‘İllet’i özellikle tıp tarihi konusunda uzman bilim insanlarının çalışmalarını inceleyerek, onlardan destek alarak tamamladım. Romanda değindiğim büyük kolera salgını, yabancı ülkelerden şehrin limanlarına yanaşan gemi personellerinden veya bir hacı kafilesinden bulaşarak başlamıştı. Bazen de kolera vibriyonu bulaşmış su kanalları salgını tetikler. Bunların hepsi geçmişte İstanbul’un başına bela olan, sonucunda on binlerce insanın öldüğü vakalardır. Covid-19’da olduğu gibi salgının taşıyıcısı yine insan. 1893 salgınında şehrin giriş çıkışları tutulmuş, dışarıdan gelenler de bir süreliğine karantinaya alınmıştı. Ayrıca salgınla mücadelede temizlik, kişisel hijyen her zaman öne çıkıyor. Kolera ile başa çıkabilmek için İstanbul’un üç farklı noktasına kurulan tebhirhaneler, mikrobun görüldüğü evlerden getirilen eşyanın dezenfekte edildiği istasyonlardı. Hepsinin ötesinde bir de salgın felaketinin toplumda yarattığı travma var ki o da hemen hemen günümüzle aynı. Beş, on yıl arayla yayılan koleranın şehrin atmosferine kattığı korku ve panik, günlük yaşamı bambaşka boyutlara taşıyordu.
En başta belirttiğim “Gerçek, kurgudan tuhaftır” sözü ‘İllet’in yayımlanmasından yedi yıl sonra maruz kaldığımız Covid-19’la kendini bir kez daha gösterdi. Romanı yazarken salgının yarattığı iklimi, kayıpları, korkuyu abartıp abartmadığımla ilgili şüphelerim vardı. Ne var ki Covid-19’la bir virüsün bırakın bir şehri, tüm dünyayı aynı anda bambaşka bir gerçeğe taşıdığını hepimiz deneyimledik. Bununla birlikte salgınlar hassas dengelerin gözetildiği bazı sonuçlar doğurur. Covid-19’un ilk günlerinde, hem çıkış noktasında hem de sıçradığı diğer yerlerde bir virüs ve salgın ihtimalinin inkâr edildiğini gördük. Geçmişte de benzer bir yönelim vardı, ilk kolera vakalarının gizlenme sebebi yine ekonomik endişelerdi, halkta zaten hissedilen korkunun paniğe dönmesinin engellenmek istenmesi de var tabii. Salgının ortaya çıkardığı tabloya dair açıklanan veriler her zaman şüphe uyandırmıştır.
Romanın kurgusu da hayli ilgi çekici. Geçmiş ve günümüz arasındaki gelgitler, kısa alt başlıklarla gerilimi her adımda yükseltiyor. Peki kurmacanın kurguyla olan ilişkisine dair neler söylemek istersiniz? Bu konuda beğendiğiniz/esinlendiğiniz kitaplar hangileri?
‘İllet’ gibi bir romanı yazarken hayal gücü en önemli kozunuz olsa da kurgunuzun yere sağlam basabilmesi için birçok araştırma yapmanız gerekir. Salgın tarihi, mekânlar, kişilerle ilgili topladığım veri romanın kendisinden kat kat hacimliydi. İşin en keyifli kısmı bu, yeni şeyler öğrenmek ve bu bilgileri nasıl kullanabileceğiniz üzerinde düşünmek. Ne var ki binlerce sayfalık veriyi kullanmanız mümkün değildir. Sonuçta bir tarih kitabı yazmıyorum, bu bir roman ve ön planda olması gereken şey hikâye, yani insandır. Dolayısıyla anlattığım öykünün gerilimle devam eden bir dram niteliği taşıması gerektiğini kendime sık sık hatırlattım. İnsanları ve onlara ait hikâyeleri anlatırken tarihi olay ve mekânlar benim için sadece destekleyici unsur olacaktı. Ek olarak romanımda esrarengiz, mistik bazı görüntülerin yer almasını, bunu yaparken de gerçeklikten kopmamayı istiyordum.
Edgar Allan Poe, eserlerinde, “Gerçek, kurgudan tuhaftır” sözünü sık sık kullanır. Onun öykülerinde olaylar o denli işlenir ki karakter ve mekânların eninde sonunda fantastik bir çözülmeye gideceğini sanırsınız. Ama hayır, Poe sonlara doğru öykünün yapılarını öylesine sağlam ortaya serer ki her şeyin gerçekte, bildiğimiz fiziki dünyada mümkün olduğunu görüp şaşırırız, bu da bizde edebi tatmin yaratır. ‘İllet’in kurmaca dünyasında ben de benzerini hissettirmek istedim. Okurken öykünün fantastiğe doğru gittiğini düşünen okurun, ilerledikçe fikrinin değişmesini, gerçekte de tüm bu tuhaflıkların mümkün olduğunu görmesini diledim. Poe gerçeği fantastik, fantastiği ise gerçek gibi göstermek konusunda keskin bir zekaya sahiptir. Özellikle öykülerinde yarattığı kırılma anları yazan herkes için ipuçları sunar.
‘İllet’in her bölümünü, belirttiğiniz gibi gerilim unsurunu devam ettirmek adına, başı ve sonu belli bir kısa öykü gibi kurgulamaya çalıştım, aynı sebeple her bölüme uygun bir isim verdim. Böylece sıradaki bölüme geçecek okurun aklında en az bir taze soru daha oluşturmanın iyi bir fikir olabileceğini düşündüm. Romanın birinci şahıs tarafından anlatılması bu noktada bir dezavantaj gibi görülebilir ancak karakterleri doğru mekânlarda buluşturmaya gayret etmek bir çözüm yolu olabilirdi.
‘SIRLAR İNSANI YALNIZLAŞTIRABİLİR’
‘İllet’in öne çıkan sorunlarından biri de baba-oğul meselesi. İster günah olsun ister sevap, ister ödül olsun ister ceza… Oğullar her zaman babalarının yükünü mü taşır?
Bu soruyla ‘Anna Karenina’nın ilk cümlesini anımsadım. “Bütün mutlu aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” İlk paragraf romanın, öykünün başıyla sonunu birlikte vermelidir görüşünü yansıtan en etkileyici girişlerden biridir bu. Edebiyattaki bu görüş muhtemelen Homeros’tan gelir, çünkü Homeros hem ‘İlyada’ hem de ‘Odysseia’da daha ilk dizelerde tüm destanın neredeyse özetini verir. ‘İllet’ için ilk paragraf diyemesem de ilk sayfada, ilk bölümde baba-oğul arasındaki bir sis perdesinin, mesafenin, yolunda gitmeyen zoraki bir iletişimin izlerini görmek mümkündür. Geçmişin ağırlığı ailelerin üzerindedir, bu ağırlık anne veya babadan çocuklara geçer ve bir yerden sonra onları biz de sırtlamak zorunda kalırız. Sadece romanlara özgü değil, gerçekte de maruz kaldığımız bir durumdur. Pişmanlık, hata, telafisi mümkün olmayan eylemler ve en çok da sırlar bu yükün etkisini artırır.
‘İllet’te de olan budur aslında. Acı bir gerçeğin kendisine çok farklı aktarıldığı baş karakterim, ailesinin, daha doğrusu babasının sakladığı sırla yüzleşmek zorunda kalır. Sırlar insanı yalnızlaştırabilir, sırf hata yapmak korkusu yüzünden. Dolayısıyla bu durum insan ilişkilerine yansır. ‘İllet’, bu anlamda kuşaktan kuşağa devam eden sırların, gizlerin, tanıklıkların salgınla yüzeye çıktığı bir öyküyle ilerliyor. Zira o sırlar da bir salgın vaktinde oluşmuştu. Diğer taraftan baba-oğul çatışması akla kaçınılmaz olarak Oidipus Kompleksi’ni getirir ki sinema ve edebiyatta çokça işlenmiştir. Bu kavram baba-oğul-anne üçgeninde kurulmuş, bilinçaltı dürtülerle açığa çıkan bir psikolojik ilişkiyi yansıtmasına rağmen birçok eserde baba-oğul karmaşası şeklinde işlenir. İlgili olarak aklımıza gelen en önemli eser Dostoyevski’nin ‘Karamazov Kardeşleri’dir. Kavramın yaratıcısı Freud’un ‘Hamlet’, ‘Karamazov Kardeşler’ ve ‘Kral Oidipus’ gibi eserleri baş tacı etmesi tabii ki bir tesadüf değil. Hayatımız boyunca süregiden büyük çatışmaları çoğunlukla bize en yakın kişilerle yaşıyoruz.
”İLLET’, GERÇEKÜSTÜ GÖRÜNMESİNİ ARZULADIĞIM GERÇEKÇİ BİR ROMAN’
Romanın diline değinecek olursak… Konu edindiğiniz tarihî mistisizme, sarmal şekilde ilerleyen büyük olaylara, duygulara rağmen kullandığınız dil günlük ve hayatın içinden kurulmuş durumda. Bu konuya dair neler söylemek istersiniz?
Her yazar kendini öncelikle okur sıfatıyla tanımlamak ister sanırım. Yazarlık serüvenimde kendimle ilgili bir değerlendirmede bulunamam ama bir okur olarak kendime güvendiğimi söyleyebilirim. Ne okumak istediğimi, elime aldığım bir hikâyede neler görmek istediğimi biliyorum. Haliyle öncelikle bir okur olduğumdan, kendi yazdıklarımı da okumak istediğim öykülerle kıyaslayabilirim ve ancak bu şekilde yazdıklarıma eleştirel yaklaşabilirim.
‘İllet’, birinci şahıs anlatımıyla ilerlediği için onun dili aynı zamanda baş karakterimin dilidir. Akıp giden tüm olayları baş karakterimin gözünden ve onun bilinç akışı yansımalarından görürüz. Birinci tekil şahıs anlatıcı, tek bir perspektif sunmasına rağmen esas kişinin tüm yönleriyle yansıtılması için etkili bir yöntem biçiminde görülebilir. Poe’dan örnekle ifade ettiğim gibi ‘İllet’, gerçeküstü görünmesini arzuladığım gerçekçi bir roman. Bu yüzden özellikle kişilerimin gerçeğe yakın bir görüntü sunabilmeleri için diyaloglar üzerinde önemle durmam gerekiyordu.
Bir okur olarak diyalogları güçlü öyküleri severim, bana sanki oradaymışım hissi verirler, baş karakterim Okan örneğin Çetin Bey veya Madam Sâri ile konuşurken okurun da aynısını hissetmesini isterim. Bu yüzden romanda özellikle uzun yer kaplayan sohbetlerde kişilerimin kendine has konuşma biçimlerini yansıtmasına gayret ettim. Diyaloglara gündelik hayatımızda nasıl konuşuyorsak ona yakın bir üslup katmaya çalıştım. Açıklanması gereken tarihi veya teknik bilgileri yine meraklı ve heyecanlı bir kişinin yöneltebileceği sorular üzerinden vermeye çalıştım. Baş karakterimin dünyası, dili romanın da görüşü ve dilini oluşturduğu için biraz da onun yönlendirmesine izin verdim.
İstanbul’da belki de hemen her gün gördüğümüz ve alışkanlıktan mı yoksa kıymet vermemekten mi bilinmez, önemsemeden geçip gittiğimiz birçok yapı var. Bunların arasında İstanbul’un siluetiyle özdeşenlerden biri de Kız Kulesi. Siz Kız Kulesi’nin tarihini anlatırken, aslında üç kuşağın hikâyesini anlatıyorsunuz. Öyle ki Kız Kulesi de bir karakter olup çıkıyor. Kurmacada mekân ve karakter ilişkisine dair düşünceleriniz nelerdir?
Bizler okur olarak ister kurgu ister kurgu dışı olsun, okuduklarımızda kişisel belleğimizdeki verilerden tanıdık izler ararız. Umberto Eco, ‘Genç Bir Romancının İtirafları’ında ‘Foucault Sarkacı’ndaki mekân ve olaylarla ilgili aldığı dönüşler üzerinde durur. Bu anlamda okurları ikiye ayırır, birincisi hikâyenin gerçek dünyaya uymasını isteyen okurlardır, ikincisiyle tam tersi şekilde, gerçek dünyanın hikâyeye benzemesini isteyen okurlar. Kurmaca ile mekânın bütünleşmesini belki de en etkili ‘Masumiyet Müzesi’nde görürüz, romanı okuyup bitirdikten sonra, kitabın arkasında konumu verilen müzeye gidip hikâyede yer alan nesneleri görmek isteriz, bu şekilde karakterlerle bir empati birlikteliği kurarız.
Mekânlar, öykülere güç katan en önemli katmanlardan diğeridir. Bu yüzden ‘İllet’te okurun özellikle iki mekânı gerçek dünyada da görmek istediğini aldığım geri dönüşlerden biliyordum. Bunlardan biri tabii ki Kız Kulesi’dir, diğeriyse tebhirhaneler. Kız Kulesi zaten herkes tarafından bilinen bir tarihi figür olmasına karşın, romanı okuduktan sonra onun hakkındaki bilgisi artan okur bir de edindiği yeni bakış açısıyla orayı görmek isteyebilir. Tebhirhanelerse çok az kişinin farkında olduğu yapılardır, romanda tam adresini verdiğim Üsküdar Tebhirhanesi’nin yerini bulup bana fotoğrafını atan birkaç okur olmuştu. Benzer buluşmalar, biz okurları her zaman memnun eder. Umberto Eco’nun tarif ettiği hangi okur grubuna girersek girelim, kurmacanın mekânları, izini sürmekten keyif aldığımız bulmaca parçaları gibidir.
Şu sıra yeni bir çalışmanız var mı?
Olabildiğince okuyup her gün az da olsa yazmaya çalışıyorum. Bilim kurgu türündeki, ismini ‘Risk Endüstrisi’ koyduğum romanım yıl sonuna kadar muhtemelen bitecek. Beni fazlasıyla heyecanlandırıyor. Sonrasında uzun süredir beklettiğim, Troya’yla ilgili ve adı ‘Homeros Saplantısı’ olan romanıma devam edeceğim. Bunun yanında belki önümüzdeki aylarda bir bilim kurgu öykü seçkisi gelebilir.