Arda Karaca – Risotto Kralı

O kışı o köyde geçiren hiçbir kişi Gigi’nin yaptıklarını hayatı boyunca unutmamıştı.


Gianluigi anne ve babasını kaybettikten sonra yaşamakta olduğu üzüntüyü atlatmak için okumakta olduğu üniversitedeki kaydını dondurmuş ve kendisini dedesinin ani bir kararla iş hayatını bırakıp tarımla uğraşmaya karar vererek aldığı pirinç tarlasında çalışmaya vermişti.

Aylardır yapmakta olduğu gibi pirinç tarlasına çalışmaya gittiğinde aklı bir iki gündür patlayacağı konuşulan Vezüv yanardağındaydı. Yaşanmakta olan depremler ve küçük çaplı patlamalar büyük bir paniğe yol açmış ve yanardağın çevresi 50 kilometrelik bir yarı çapı kapsayacak şekilde tahliye edilmişti.

Yaşamakta olduğu köy pirinciyle ünlü Lomellina Vadi’sinde olduğundan yanardağın yaratacağı herhangi bir etkinin ötesindeydi. Ama yine de kendisi ne demek olduğunu bildiğinden arkasında gözü yaşlı sevdiklerini bırakabilecek olan onca anne, baba, çocuk, kardeşi düşünen köylülerin “Gigi” olarak seslendiği Gianluigi birçok insanın böyle bir felaketi
yaşayacak olmasından dolayı son derece tedirgindi ve yaşanacak felaketten etkilenmeyecek kadar uzak olduğu için şükretmeyi içine sindiremiyordu.

Dün gece şarabı fazla kaçırdığından bu sabah geç uyanmış ve hafif bir kahvaltı ettikten sonra biraz hareketin ve temiz havanın akşamdan kalmalığına iyi geleceğini düşündüğünden hemen dedesinin tarlasına gelmişti. Artık saatler öğle sonrasını göstermekteydi ve bu sabah televizyon izlememiş ve yeni gelişmeleri takip edememiş olduğundan içi içini yiyordu. Açıkçası bunun bir sebebi de insanların durumunu merak etmesi kadar kendisine hiçbir zaman
itiraf edemeyecek olsa da hayatında hiç görmediği yanardağ patlamasını kaçırmak istememesiydi.

Kafasında kalan işlerini ölçtüğünde eğer hızlı hareket ederse kalan son birkaç işini de halletmesinin ona sadece 15-20 dakikaya patlayacağını düşünüyordu. Hızlı adımlarla biraz ötesinde yerde durmakta olan tırmığına uzandığı anda havada ağır bir koku hissetti. Bu koku kendisinde yanık kokusunu çağrıştırdığından hızlıca etrafına bakındı ama yakınlarda duman
görünmüyordu. Bu kokunun ne olduğunu anlamak için hızlıca birkaç derin nefes daha alıp arkasına döndükten sonra ise bunun gerçekten de bir yanık kokusu olduğunu anladı. Ama bu koku herhangi bir insan tarafından başlatılmış değildi.

Gökyüzünün görebildiği son noktadan itibaren alabildiğine simsiyah bir bulut tabakasıyla üstüne geldiğini gördüğünde korkudan titreyen elleri tırmığı düşürmesine neden oldu. Hızlı adımlarla traktörüne doğru yürürken, “Yanardağının etkileri buraya kadar geldi mi?” diye düşündü. “Neler oluyor?”

Traktörünü çalıştırmadan önce son bir kez gökyüzüne baktı. Sol yanında kalan kısım bulutsuz parlak bir günün ortaya çıkardığı kusursuz maviliğiyle gözünü almaktayken sağ tarafı kapkaranlık, üstünden geçtiği her yeri yutan bir kül bulutundan ibaretti. Bakmakta olduğu iki farklı gökyüzü öylesine dehşet vericiydi ki traktörünü çalıştırdığında kül bulutunun artık tarlasının sınırları içinde olduğunu fark etmişti. Kendi kendine, “Çok yavaş davrandım” diye
geçirdikten sonra traktörünü son hız evine doğru sürmekteydi.

Evine vardığında dakikalarca yakasını bırakmayacak olan şiddetli öksürüğe rağmen gökyüzüne bakarak kaybettiği zamanı bir hata olarak değil de tutunacağı bir hatıra olarak hatırlayacaktı. Çünkü o an gördüğü gökyüzü ya da en azından gördüğü gökyüzünün yarısı yıllar boyunca gördüğü son mavi gökyüzü olacaktı.

Sonraki üç buçuk yıl boyunca patlayan Vezüv yanardağıyla ortaya çıkan kül bulutu Avrupa başta olmak üzere bütün kuzey yarımküreyi sararak güneş ışınlarının dünyayı ısıtmasına engel olmuştu. Aslında volkanik kış olarak bilinen bu fenomen bu sefer volkanik buzul çağı olarak adlandırılacaktı. Birkaç ay sonra ise herkesin korktuğu olmuş ve ikinci bir yanardağ patlaması meydana gelmişti. Bu seferki Yeni Zelanda’daki Whakaari yanardağıydı.

Güney yarım kürede yer alan bu dağ üstünde bulunduğu Whıte Island’ı okyanusun dibine gömerek haritadan silmiş
ve güney yarım kürenin de kül bulutuyla kaplanmasına sebep olmuştu.

İki yanardağının konumları öylesine ölçülmüş gibiydi ki artık dünyanın tamamı volkanik kış altındaydı. Sonraki üç buçuk yıl boyunca dünyada güneşin değdiği tek bir parçası bile olmamıştı. Adeta küresel ısınmayla kurumaya yüz tutmuş dünya kendi soğutma sistemini devreye sokmuştu ve bu sistemde insanların durumu tamamıyla göz ardı edilmişti.

Patlamalardan kül bulutunun bütün göğü kaplamasıyla başlayan buzul çağı sonrası insanlık yüzyıllar öncesine dönmüş gibiydi. Dünya genelindeki bütün havayolu ulaşımı hava muhalefeti, deniz ulaşımı denizlerin kestirilemez bir şekilde vahşileşmesi, tren yolları ve karayolları ise kar ve buzlanma nedeniyle büyük bir sekteye uğramış, kar üzerinde yol kat
etmesi için tasarlanmış araçlar dışında yol kat etmek imkansız hale gelmiş, tarım ve hayvancılık yapmaya devam etmek mümkün olmamış ve kıtlık başlamıştı.

Bütün bu yaşananlar dünya genelinde bir içe kapanma yaratmıştı. İnsanlar bulundukları bölgeleri çok nadiren terk edebiliyorlardı. Bunlar da bütün bu karın, fırtınanın ve kül bulutunun yarattığı karanlığın izin verdiği kısa mesafelerde gerçekleşiyordu. En talihli bölgelerde bile sadece bir, en fazla bir buçuk ay kara kış ve beraberinde gelen tipinin etkileri
hissedilmiyor karsız kuru soğuk yaz olarak kabul ediliyordu. Kar kalınlığı dünya genelinde öyle bir noktaya gelmişti ki bütün dünyanın üzerine çığ düşmüş gibiydi.

Dünya hem teknoloji kullanımı hem de bir yerden bire yere gitmenin imkansıza yakın bir hale gelmesinin ardından, bulundukları bölgelerdeki besin kaynaklarını elinde tutan varlıklı ailelerin büyük söz hakkına sahip olması sonucu Ortaçağ’daki derebeylikleri andıran otoriter güçlü aile yapıları ile tam anlamıyla bir ortaçağ yaşamaktaydı.

Kül bulutlarının meydana getirdiği solunum yolu hastalıkları, buzul çağının getirdiği donarak veya kıtlıktan dolayı yaşanan on milyonlarca ölüme rağmen insanoğlu yok olma tehlikesi yaşamamış ancak imkansızlıklar baş göstermeye başladığında, teknolojiyle kaçılmaz bir noktaya gelen adalet sistemi sekteye uğradığında, herkesin bütün dünyanın gözü önünde olduğu kompakt dünya sona erip de birbirimizle baş başa kaldığımızda şu da açık ve net bir şekilde ortaya çıkmıştı: Yaşamın ortaya çıkışının üzerinden geçen milyonlarca, medeniyet kavramının ortaya çıkışının üstünden geçen binlerce yıla rağmen, insan medeniyeti teknoloji ve beraberinde getirdiği imkanların yarattığı bir illüzyondan ibaretti.

Modern dünyada, fark etmeden kendisine dayatılmış hedeflerin peşinde ışık hızındaki bir hayatın girdabında koşturmaktayken uyuşturulmuş insanoğlu, yavaşlayan ve sessizleşen dünyada kendisiyle baş başa kaldığında, vahşetinden öylesine korkar bir hale gelmişti ki içten içe kül bulutunun dağılıp güneş ışığının, karanlıkta gerçekleştirdikleri vahşeti gözler önüne sermesini istemeyenlerin sayısı çoğunluk haline gelmişti.

Şanslı olanlar da vardı. Gianluigi dedesinin sahip olduğu geniş pirinç tarlaları ve ufak da olsa zeytin bahçeleri ve üzüm bağlarıyla kış boyunca yaşamakta olduğu köyün insanlarını içlerindeki vahşet ortaya dökülmeyecek kadar tok tutmayı başarmıştı. Şans eseri volkanik kışın başlangıcı hasat zamanından sadece günler öncesine denk gelmişti. Ve pek de şans eseri olmadığını gösterir biçimde çiftçiliğe başladığından beri açık ara farkla tarladan en fazla mahsulün elde edildiği bir hasat dönemi geçirmişti.

Çok kolay bir şekilde, çok uzun dönemler boyunca tüketilebilen pirinçleri köyü ve köylüleri hayatta tutmuştu. Kış öncesi yaşanan bolluğun içinde bile İtalyan halkının en çok tercih ettiği yemeklerden olan risotto kış dağıldıktan sonra köyün simgesi haline gelecek hatta kışın başladığı tarih olan 1 Ekim’de köyde geleneksel hale gelecek olan Risotto Festivali yapılacak, en iyi tarifler ödüllendirilecekti.

Kış boyunca bütün köylüler Gigi’nin yetiştirmesi volkanik kışın şartlarına diğer tarım ürünlerine göre nispeten daha uygun olan pirinç yetiştiriciliği için düzenlenmiş tarlasını verimli tutabilmek için elinden geleni yapmıştı. Neredeyse kesintisiz yaşanan yağışlara rağmen nöbetleşe çalışarak pirincin yetişebilmesi için en uygun su miktarını sağlamak  amacıyla günlerce ve gecelerce su boşaltmışlardı. Biraz da idareli kullanımla Gigi’nin çok verimli geçen mahsulü bütün köye bir buçuk sene yetecek durumdaydı. Sonraki yaklaşık iki yıl ise önceki hasatların 5’te birini bile elde edememiş olmalarına rağmen köy genelinde açlıktan ölen kimsenin olmamasını sağlamıştı.

Basitçe et, tavuk, sebze suyuyla yapılmış ve hemen hemen akla gelebilecek veya bulunabilecek her şeyle tatlandırılabilecek bir pirinç lapası olan risotto böyle bir kıtlık döneminde sahip olunabilecek en güzel yemekti. Ama kış boyunca hemen hemen tükettikleri tek şey olduğundan, köylüye önce ellerinde olan her şeyle sonra da ellerinde taze bir şey kalmayacak bir noktaya gelindiğinde ellerine geçirdikleri herhangi bir konserveyle farklı farklı lezzetler tüketebilme imkanı sağlayan risotto kış sonrası köylüler tarafından sadece festival döneminde tercih edilecekti.

Artık onlar için günlük bir öğün tercihi olmaktan çıkmış ve emeğin ve yardımlaşmanın bir hatırlatıcısı ve senede bir gün kışı atlatmalarını sağlayan Tanrı’ya şükranlarını gösteren bir simgeye dönüşmüştü. Tabi Gigi’ye de.

O kışı o köyde geçiren hiçbir kişi Gigi’nin yaptıklarını hayatı boyunca unutmamıştı. Sahip olduğu bütün mahsulü tıpkı içinde beraber yaşamakta olduğu köy gibi eşit bir miktarda paylaşmış ve karşılığında kendisi için hiçbir şey talep etmemişti. Sadece bütün köylünün de kışı atlatana kadar sahip olduklarını eşit bir şekilde paylaşmasını istemişti. Hatta köydeki besinlerin eşit paylaşılması öylesine önemliydi ki, bir noktadan sonra köydeki en geniş ambarlardan birinde masalar uç uca eklenmiş ve bütün köy ahalisi paylaşılan yemeğin miktarını görebilmeleri için bütün öğünlerini beraber yemeye başlamışlardı. Bu onlara hem şeffaflık hem de elektrikten mahrum kaldıkları süre zarfında eğlence ortamı sağlamıştı.

Bütün köyün etrafında toplandığı yemek masaları paylaşmak istediği herhangi bir şeyi olan köylüler için adeta bir sahneye dönüşmüştü. Hemen hemen her öğün sonrasında şarkılar söyleniyor, hikayeler paylaşılıyor, fıkralar anlatılıyordu. Ancak az nüfuslu küçük bir köyde yaşanmasına ve herkesin birbirini tanıyor oluşuna rağmen şaşırtıcı onca performansın arasında unutulmayan, ne Roberta’nın büyüleyici bas bariton sesiyle söylediği şarkılar ne Flippo’nun değme komedyenlere taş çıkartarak anlattığı fıkralardı. Herkesin aklında kalan Francesco’nun “kanser gribi” zamanında torunu Gigi’nin bir manastır dolusu keşişe aşı ulaştırmak için gösterdiği insanüstü çabayı anlatışıydı.

Her ne kadar Gigi dedesinin kendisiyle beraber orada olmadığından ve olayları abartmayı sevdiğinden dolayı yaşananları olduğundan çok daha epik bir şekilde anlattığını söylese de, bütün köy halkı sahip olduğu her şeyi kendileriyle paylaşan ve onları doyurmak için bunca çaba sarf eden bu genç adamla ilgili böylesi bir hikayeyi de duyunca bir ambar dolusu köy
dakikalarca sessizliğe gömülmüş ve hayranlıkla Gigi’yi izlemişlerdi. Sessizliği bozan, yaptığı şakanın köydeki her yaştan insanla dolu ambarda yapılmak için biraz fazla müstehcen olabileceğini düşündüğünden tereddütlü bir tavırla, “İyi ki sığır sürün yoktu oğlum. Köylüye her öğün pirinç yerine et yedirseydin namusunu koruman biraz zor olabilirdi,” diyen Flippo
olmuştu. Birkaç saniye süren gergin sessizliğin ardından bütün köylü hep bir ağızdan gülmeye başlamıştı. Biraz önce çıt çıkmayan ambar biraz sonra köylülerin kahkahalarıyla çınlar hale gelmişti.

Kül bulutu dağılıp da kış etkisini yitirdiğinde, hayat normale dönmeye başladığında ise köy halkı Gigi’ye ömrü boyunca gözlerini yaşartacak bir sürpriz yaşatarak köyün meydanına onun heykelini dikmişti. Büyük bir minnettarlığın yanında azımsanmayacak ölçüdeki bir muziplikle köylüler tarafından tasarlanmış olan bu heykel, karşısından bakana tabak şekline getirdiği iki elinin içinde risotto taşıyarak üstüne yürümekte olan Gigi’ye baktığı hissini uyandırıyordu. Altında da mermer zeminin üstüne şu yazılıydı: “Gianluigi İmmobile-Risotto Kralı”. Gianluigi o günden hayatının sonuna kadar köyde, Gigi yerine “Risotto Kralı” diye anılacaktı.

Arda Karaca’nın Pegasus Elliot Mackenzi yayınlarından çıkan Synthetic Selection isimli romanından alınmıştır.