Orhan Pamuk ve Roman Sanatı

Türk edebiyatının yaşayan en büyük temsilcilerinden olan Orhan Pamuk'dan Veba Geceleri, romanları, yazarlık,, İstanbul üzerine...


“Yaratıcı kişilerin içinde, kaç yaşında olurlarsa olsunlar hâlâ canlı tutmayı başardıkları bir çocuk vardır. Çocuğun dikkat ettiği türde şeyleri görebilir sanatçılar. Ben de görüyorum. Ne bileyim, en ciddi konuları konuşurken, ‘Aaa beyler, şunun rengine bakın!’ demek gibi. Bir çocuk sorumluluk gerekmeyen, oyun gibi şeylerle de ilgilenebilir. Hep bizim saygı duyduğumuz değerler dünyasına değil, kendi kafasındaki değerler dünyasına inanır çocuklar ve o da biraz bizim dünyamızı sorgulamaya da yarar. Şu anda Veba Geceleri adlı romanımı bitirmeye çalışıyorum. Orada da anneleri, babaları veba sırasında ölmüş, çocuk evlerinden kaçmış çocuk çeteleri var. Devlet çökmüş, onlara bakamıyor. Onları inandırıcı bir şekilde yazmak için çok uğraşıyorum. Bir hikâyede çocuğun varlığı o hikâyeye sanki daha bir gerçeklik, derinlik, hakikilik duygusu verir bana. Olayları çocukların gözünden de görmek isterim.”

“Benim için roman sanatı başkaları hakkında ahlaki, siyasi yargılar vermek değildir. Ama bu başkalarının niçin böyle davrandığını anlamak için özel gayret etmeye dayanır. Özellikle yurt dışında Kar adlı romanım için röportajlar, paneller yaparken bu durumla çok karşılaştım: Kar’ın kahramanlarından biri Lacivert adlı, bu konuda inançları uğruna şiddete de başvurmaktan çekinmeyen bir siyasal İslamcıdır. Hatta siyasal İslamcı terörist diyebiliriz Lacivert’e. O kitabın röportajlarında da hep aynı şeyi söylerdim, ‘Ben romandaki Lacivert’in siyasi görüşlerine katılmıyorum ama işimin onun hakkında ‘Ne kadar kötü bir terörist’ ya da ‘Ne kadar kötü bir adam’ demek değil, onun niye böyle yaptığını anlamak olduğunu düşünüyorum.’ Tabii ki anlamak ile hak vermek birbirlerinden çok da uzak değiller. Siz anlamaya başladığınız anda, ‘Vaayy! Siyasal İslamcı teröristlere hak veriyor!’ da derler. Halbuki roman anlamanın alanıdır, hak vermenin değil. Kitabın başka bir yerinde siyasal İslam hakkında ona benzeyen kahramanlar ne düşündüğünü de söylerler zaten. Roman kesin düşüncelerin kendi zaferlerini ilan etmeleri gereken bir arena değildir. Karışık, çelişkili düşüncelerin birbirleriyle bütün güçleriyle çarpışacakları ve bu çarpışmadan da alevler, ışıklar çıkartacakları bir yerdir roman meydanı. Bazı romancılar ise hep bir düşünceyi haklı çıkarmak, bir fikri, bir duyguyu haklı çıkarmak için yazarlar. Ben ise hepsini birbiriyle çatıştırmak için yazdığımı hissediyorum.”

“Roman sanatı yalnızca insanlara mahsus, çok özel bir kuvvetten doğar: Biz insanlarda başkalarının acılarını, başkalarının dünyalarını anlamak için özel bir gayret vardır. Birisi acı çekerken onun acısı hakkında kendi hatıralarımıza da dayanarak bir şeyler kurarız ve öteki için üzülürüz. O insanı anlamaya başlamışızdır. Şefkat dediğimiz şey budur çünkü. Üzüntümüz ya da anlama çabamız kimi zaman kendi çıkarlarımızdan da ayrıdır. Hiç bizimle alakası olmayan insanın derdiyle de kederlenebilir, üzülebilir hatta onun sevinciyle sevinebiliriz. Bütün bu ilgi yelpazesi bizi roman sanatına hazırlar, yani başkalarının dertleriyle dertlenebilmek, başkalarının sevinçleriyle sevinebilmek ve o dertleri de, sevinçleri de kendi tecrübemizden de destek alarak hayal etmek… Bu çok insani bir şeydir. Roman sanatı da bizim bu yeteneğimize yani başkalarının durumunu gözümüzün önünde hayal gücümüzle canlandırmaya, bu meraka, bu isteğe dayanır. Bunu yapmaya başladığımız zaman da bir romancı gibi hareket etmeye başlarız.”

“Özellikle son on beş yılda kayıt aletleri de gelişti. Röportaj yaparken onları kullanıyorum. Kafamda Bir Tuhaflık çok miktarda röportaja dayanır. 1950’lerin sonu, 60’lar, 1970’lerde İstanbul’a gelenler gecekondularını, kendi evlerini elleriyle nasıl yaptılar? Nasıl geldiler? Hangi ilişkilerle geldiler? Amasya, Erzincan, Erzurum, Kastamonu gibi şehirlerden gelenler bugün Bilgi Üniversitesi’nin olduğu tepelerde, Gültepe, Kuştepe gibi yerlere yerleşmişler. Romanımda o tepeleri anlattım. O insanlarla konuşuyordum. Adam gelmiş, kamyon şoförlüğü yapmış; adamcağız ölmüş, doksan yaşına yakın karısı bana anlatıyor: ‘Evde su yoktu, çeşmeye giderdim, gecekondu yapardık…’ hepsini anlatıyor. Her şeyi öğreniyorsun. Bin tane kitap okuman lazım o kadının anlattıklarını bilmen için. O röportajların hepsini sakladım. Hepsini de yaptığım için memnunum. Bu sayede, Kafamda Bir Tuhaflık’ta anlattığım sosyolojik malzeme çıktı. Bu tür ‘çalışma, araştırma’ yapmayı severim, sizi hayat bilgisine götürür.

Daha zoru o insanları konuşturabilmektir. O röportajların bir de öyle değeri vardır gözümde. Yani romanın dünyasında yaşamış insanlar size kendi hayatlarını bizzat anlatıyorlar. Onların diliyle romanı yazıyorsunuz. Röportajda örneğin ‘Kocanız nerede yatıyor? Nerede mezarı?’ diye sorardım. Başka bir gün o mezarlıkları ziyaret ederdim ve orada mezar taşlarının üzerindeki yazıları okur, not alırdım. Erzurum, Sivas, Erzincan, Kastamonu doğumu; ölümü İstanbul. Mezarlıklarda iç göçü çok açık bir şekilde mezar taşları destanı olarak görüyordum. Kafamda Bir Tuhaflık, bir destandır bence.”

“İstanbul’u şimdiye kadar iki türlü anlattım. İlk kitaplarımda anlattığım ‘Benim İstanbul’um’. Yani Nişantaşı, Taksim, Cihangir ama daha sonraki romanlarımda çocukluğumu, gençliğimi geçirmediğim İstanbul’u da anlatmaya başladım. Bu da doğal. Önce insan gençliğinde bildiği, daha iyi bildiği, kendine güvendiği, anlatabileceğine inandığı konuları açar. Ben yirmi üç yaşımdayken bir boza satıcısını ya da tavuk-pilav-nohut satan bir satıcıyı yazmaya cesaret edemezdim. Ancak otuz yıl roman yazdıktan, kendime güvenim geldikten sonra ve o dönemin insanlarıyla röportajlar yaptıktan sonra yazabildim. Bir de İstanbul hakkında yazdıklarım daha bitmeden öteki konulara da geçmek istemedim. Ama 1990’ların ikinci yarısında kitaplarım çevrilmeye başlayınca, yurtdışında gazeteler bana Türkiye’de kimsenin demediği kadar ‘Aa! İstanbul yazarı! Aa! İstanbul’u anlatıyor! İstanbul, İstanbul!..’ dediler. Türkiye’de demiyordu kimse bana bunu. Olsa olsa köy romancısı olmadığım söyleniyordu. Ama İstanbul yazarı diyen yoktu! Çünkü köy romanı o kadar hâkimdi ki 1970’lerin sonunda. Ben İstanbul yazarı olduğum konusunda Batılıların etkisiyle kendimin bilincine fazla varınca bu sefer buna gerçekten inanmaya başladım. İstanbul ben doğduğumda bir milyondu, şimdi on altı milyon. Zincirlikuyu’dan Levent, 4. Levent, Boğaz’a giden Maslak yolu. Onun bir tarafı Boğaz’ı görür. Çocukluğumda bu tarafıydı İstanbul, öbür tarafı Eczacıbaşı’nın fabrikasının olduğu arazilerle şehir biterdi sanki. O tarafta hiçbir şey yoktu. Şimdi o taraf İstanbul’un nüfusunun daha yoğun olduğu bir yer. O taraf hakkında da yani İstanbul’a benim doğumumdan sonra eklenen bir on dört-on beş milyon insanın hayatını yazmak istedim. Bu bana haklı bir gayret olarak gözüktü. Kafamda Bir Tuhaflık’ı yazdığım için çok memnunum. Hem kendim değiştim hem de yaşadığım şehrin tamamı. Ama önüme bir program olarak, bir proje olarak kitabı koyduğumda korkuyordum. Nihayet ben herkesin gözünde Nişantaşılı Orhan’dım. Aslında kitap hakkındaki gizli gururum şudur: Belki de bunu söylememeliyim ama söylemek istiyorum– kitap çıkmadan önce herkesin ‘Aa! Ne bilir oraları. Anlatamamış, bilmemiş işte!’ demesinden korkuyordum ve hiç kimse demediği için çok mutluyum. İşimi iyi yaptığımı düşünüyorum. Bir hata yapsaydım söylemeye hevesli bin kişi de vardır yani…”

“Üç buçuk yıldır ‘Veba Geceleri’ üzerine çalışıyorum. Fakat bu romanı otuz yıldır düşünüyordum, hâlâ düşünüyorum. Olaylar 20. yüzyılın başında, 1900-1901 yılında Girit-Kıbrıs-Rodos civarındaki bir Osmanlı adasında, yirmi dokuzuncu Osmanlı vilayetinde, II. Abdülhamid döneminde geçiyor. Adada veba salgını başlıyor. 1894’ten başlayarak Batı’ya doğru ilerleyen, Hindistan ve Çin’den gelen ‘Üçüncü Veba Pandemisi’ yani.”

“Yaratıcı kişilerin içinde, kaç yaşında olurlarsa olsunlar hâlâ canlı tutmayı başardıkları bir çocuk vardır. Çocuğun dikkat ettiği türde şeyleri görebilir sanatçılar. Ben de görüyorum. Ne bileyim, en ciddi konuları konuşurken, ‘Aaa beyler, şunun rengine bakın!’ demek gibi. Bir çocuk sorumluluk gerekmeyen, oyun gibi şeylerle de ilgilenebilir. Hep bizim saygı duyduğumuz değerler dünyasına değil, kendi kafasındaki değerler dünyasına inanır çocuklar ve o da biraz bizim dünyamızı sorgulamaya da yarar. Şu anda Veba Geceleri adlı romanımı bitirmeye çalışıyorum.”

“Anneleri, babaları veba sırasında ölmüş, çocuk evlerinden kaçmış çocuk çeteleri var. Devlet çökmüş, onlara bakamıyor. Onları inandırıcı bir şekilde yazmak için çok uğraşıyorum. Bir hikâyede çocuğun varlığı o hikâyeye sanki daha bir gerçeklik, derinlik, hakikilik duygusu verir bana. Olayları çocukların gözünden de görmek isterim. Başkahramanlarımdan biri Osmanlı’nın en namlı karantina doktoru. Bir vali var. Valimi seviyorum. Bir de Osmanlı subayım var. Bir Hanım Sultan.”

Orhan Pamuk’un OT Dergi Şubat sayısından Selçuk Erdem ve Dündar Hızal’a verdiği röportajdan alınmıştır.