Nicodemus Dodge ve İskelet – Mark Twain

Gel gör ki, bizimki, hiçbir şeyden kuşkulanmamışçasına, "Bu cuğaralar da amma tehlikeliymiş haa," demekle yetindi. Ertesi akşam da pusuya yatıp George'un yolunu bekledi ve bir kova buzlu suyu başından aşağı boca etti. Bir gün, Nicodemus yüzmedeyken, Tom McElroy giysilerini birbirine bağlayıp bir de düğüm attı.


Missouri’de bir matbaanın ayak işlerine baktığım çocukluk günlerimde, uzun bacaklı, kabarık saçlı, partal pantolonlu, on altı yaşlarında dangul dungul bir oğlan bir gün selamsız sabahsız salına salına içeri girdi ve ellerini dibine kadar soktuğu pantolon ceplerinden çekmeden, gözleri ve kulaklarının üstüne böcek yemiş bir lahana yaprağı gibi sarkan kenarları eprimiş, eski püskü geniş kenarlı şapkasını çıkarmadan kayıtsızca etrafa bakındıktan sonra kalçasını yayın yönetmeninin masasına dayayıp kocaman kaba kunduralarını üst üste attı, uzaktan uçan bir sineği üst dişlerinin arasından bir tükürük fırlatıp yere yapıştırdı ve hiç istifini bozmadan sordu:

“Patronu yok mu buranın?”

“Patron benim,” dedi yayın yönetmeni, bu tuhaf mahluku şaşkınlık içinde tepeden tırnağa süzerek. “Bu işi biri daha kapsın istemez misin, ha ne diyosun?” “Yalla, bilmem ki. Sen ister misin bu işi kapmayı?” “Benim babalık o kadar çulsuz ki, bana bakamıyo artık; bi iş bulsam iyi olucak, hiç fark etmez – gücüm kuvvetim yerinde, turp gibiyim, ağırmış hafifmiş bakmam, ne iş olsa yaparım.”

“Matbaacılığı öğrenirim diyor musun?”

“Doorusunu istersen, ne ööreniceem umrumda diil, ekmeğimi kazanmanın bi yolunu buliim yeter. Matbaacılık mı neyse, onu da şıpın işi öörenirim.”

“Okuman var mı?”

“Eh işte.”

“Yazman?”

“Aslına bakarsan, benden daha ıyı çızıktıranları gördüm.”

“Hesabın nasıldır?”

“Hesaptan kitaptan anlamam, ama on iki kere on ikiye kadar hiç şaşmam. Ondan soorasına karışmam.”

“Nerelisin sen?”

“Şu bizim Shelby’denim.”

“Baban hangi mezhepten?”

“Benim babalık mı? Haa, nalbantlık yapar.”

“Yok, yok – ne iş yaptığını sormadım. Mezhebi ne diye sordum.”

“Haa, annamadım, kusura kalma. Masondur kendisi.”

“Yok, yok, yine anlamadın. Baban bir kiliseye bağlı mı, onu soruyorum.”

“Ööle söölesene! Aazının içinde eveleyip gevelersen annayamam ki. Bi kiliseye baalı mı diyosun! Sööliim, patron, kırk yıldır gönülden Baptisttirl kendisi, hem de en ateşlisinden. Ondan ateşlisi yoktur. Müthiş iyi bi adamdır benim babalık. İstediine sor. Ben varken kimse tersini sööliyemez – hele bi söölesin, görür gününü.”

“Peki, senin dinin ne?” “Bak, patron, beni fena yakaladın şimdi – ama umrumda diil, sööliim sana. Bana sorarsan, bi adam başı darda bi adama el uzatıyosa, önüne gelene ana avrat düz gitmiyosa, kimseye kötülük etmiyosa, başkasının işine burnunu sokmuyosa, Tanrı’nın adını küçük t’yle yazmıyosa, başına bişii gelmez – bi kiliseye baalıymış kadar güvende demektir.”

“Peki, diyelim Tanrı’nın adını küçük t’yle yazdı – o zaman?”

“Bile bile yapmışsa ayvayı yer valla, hapı yuttuunun resmidir, lamı cimi yok.”

“Adın ne senin?”

“Nicodemus Dodge.”

“Sanırım işimize yarayabilirsin, Nicodemus. Bir deneyelim bakalım.”

“Tamamdır.”

“Ne zaman başlarsın?”

“Hemen.”

Böylece, on dakika geçmiş geçmemişti ki bir de baktık, bu hiçbir tarife sığmayan çocuk bizden biri olup çıkmış, kolları sıvamış, canla başla çalışıyor.

Bizim matbaanın caddeye bakmayan ucunda dört bir yanı çiçekli, alçak alıçlar ve onların can dostu günebakanlarla kaplı ıssız, kuytu bir bahçe vardı. Bu kasvetli bahçenin orta yerinde tek odalı, tek pencereli, tavansız, yıkık dökük, eski bir ahşap kulübe duruyordu – bir kuşak önce tütsülük olarak kullanılmıştı. İşte bu ıssız ve perili in Nicodemus’a yatak odası oldu.

Köyün uyanıkları Nicodemus’u görür görmez eşek şakası yapabilecekleri bir enayi bulduklarını sandılar. Nicodemus’un acemi çaylağın teki ve saf bir çocuk olduğunu görmemek gerçekten de olanaksızdı. İlk eşek şakasını yapma şerefine George Jones nail oldu; ona içine kestanefişeği sokulmuş bir puro uzattıktan sonra kaş göz ederek öbürlerini başına topladı; kestanefişeği patlar patlamaz Nicodemus’un kaşları ve kirpiklerini alıp götürdü.

Gel gör ki, bizimki, hiçbir şeyden kuşkulanmamışçasına, “Bu cuğaralar da amma tehlikeliymiş haa,” demekle yetindi. Ertesi akşam da pusuya yatıp George’un yolunu bekledi ve bir kova buzlu suyu başından aşağı boca etti.

Bir gün, Nicodemus yüzmedeyken, Tom McElroy giysilerini birbirine bağlayıp bir de düğüm attı. Ama Nicodemus’un misillemesi ağır oldu, o da Tom’un giysilerini tutuşturup bir şenlik ateşi yaktı.

Nicodemus’a üçüncü bir şaka da birkaç gün sonra yapıldı -pazar akşamı köy kilisesinin sıraları arasında yürüyordu ki, bir de ne görsünler, sırtına nal gibi bir pusula iğnelenmemiş mi. Ama bu şakayı yapan, ayinden sonra geceyi terk edilmiş bir evin kilerinde geçirmek zorunda kaldı; Nicodemus da, tutsağı sesini çıkaracak olursa başına daha da beterinin geleceğini bilsin diye, kahvaltı saatine kadar kilerin kapısından ayrılmadı. Kiler bele kadar pis suyla doluydu, yerler de bileğe kadar balçık kaplı.

Ama asıl anlatacağım bu değil. Bu oğlanı yeniden aklıma düşüren, iskelet vakasıydı. Çok da uzun bir zaman geçmemişti ki, köyün uyanıkları, “şu bizim Shelby”den gelen avanağı şöyle doğru dürüst oyuna getirememelerini içlerine sindirememeye başlamışlardı. Nicodemus’u kapana kıstırmak isteyenler başlardaki kadar çok olmadıkları gibi eskisi kadar gözü kara da değildiler artık. İşte tam o sırada genç hekim imdatlarına yetişti. Hekim, Nicodemus’un ödünü patlatmayı önerdiğinde, hele bu işi nasıl yapacağını anlattığında sevinç çığlıkları ve alkış sesleri göğü tuttu. Elinde muhteşem, yepyeni bir iskelet vardı, yörenin biricik şöhreti, köyün sarhoşu, merhum Jimmy Finn’in iskeleti; Jimmy Finn ölümünden on beş gün kadar önce tabakhanede yorgan döşek yatarken, çok çekişmeli bir açık artırma sonucunda bizzat kendisinden elli dolara aldığı dehşet verici bir parça. Tabii elli dolar anında viskiye gitmiş ve iskeletin el değiştirmesini büyük ölçüde hızlandırmıştı. Hekim, Jimmy Finn’in iskeletini Nicodemus’un yatağına yerleştirecekti!

İskelet Nicodemus’un yatağına akşamın on buçuğunda bırakıldı. Köyün maskaraları, Nicodemus’un genellikle yatağına yattığı vakitte -gece yarısı- alıçlar ve günebakanların arasından sinsice sürünerek o ıssız ahşap ine yaklaştılar. Pencerenin altına kadar gelip içeriye gizlice göz anılar. Bizim uzun bacaklı piç kurusu, sırtında yalnızca çok kısa bir gömlek, yatağına oturmuş keyifli keyifli ayaklarını sallıyordu, bir yandan da kağıtla kapladığı tarağını ağzına bastırarak “Camptown Races”den2 bir ezgi tutturmuştu; hemen yanında gıcır gıcır bir ağız tamburası, yeni bir topaç, sert bir kauçuk top, bir avuç dolusu renkli cicoz, birkaç kilo bonbon ve tuğla gibi bir nota kitabından farksız, birkaç ısırık alınmış koca bir zencefilli çörek göze çarpıyordu. İskeleti gezgin bir doktor bozuntusuna üç dolara okutmuş, felekten bir gece çalıyordu!