Caline – Kate Chopin

Güneş davetkar gölgeler düşürecek kadar batıya erişmişti. Bir genç kız, küçük bir tarlanın ortasında, bir tınazın gölgesine uzanmış yatıyordu. Uzun bir süredir mışıl mışıl uyuyordu, ama birden nereden geldiği belirsiz bir gürültüyle uyandı. Gözlerini açıp bir an bulutsuz göğe baktı. Esnedi, uzun kahverengi kollarıyla bacaklarını uzatarak tembel tembel gerindi.


Güneş davetkar gölgeler düşürecek kadar batıya erişmişti. Bir genç kız, küçük bir tarlanın ortasında, bir tınazın gölgesine uzanmış yatıyordu. Uzun bir süredir mışıl mışıl uyuyordu, ama birden nereden geldiği belirsiz bir gürültüyle uyandı. Gözlerini açıp bir an bulutsuz göğe baktı. Esnedi, uzun kahverengi kollarıyla bacaklarını uzatarak tembel tembel gerindi. Sonra, siyah saçlarına, kırmızı bluzuna ve çıplak bileklerinin yukarısında kalan mavi pazen etekliğine yapışmış samanlara aldırmaksızın yerinden kalktı.

Anne ve babasıyla yaşadıkları ahşap kulübe, uyumakta olduğu yeri çevreleyen çitin hemen ötesindeydi. Kulübenin ardında pamuk ekilen küçük bir tarla vardı. Daha ötede, tepenin yamacında uzanıp giden, Teksas ve Pasifik Demiryolu’nun çelik raylarının parıldadığı upuzun alan dışında her yer sık ağaçlarla kaplıydı.

Caline, gölgeden çıktığında, uzaklarda uzun bir yolcu vagonu katarı gördü, birden durmak zorunda kalmış olmalıydılar. Onu uykusundan uyandırmış olan da trenin apansız durmasıydı; anımsadığı kadarıyla daha önce hiç böyle bir şey olmamıştı; o yüzden, ilk başta, şaşkın şaşkın baktı. Lokomotifte bir arıza olmuş gibi görünüyordu; yolculardan bazıları, vagonlardan inmiş, sorunu öğrenmek için lokomotife doğru gidiyorlardı. Bazıları da, ağır adımlarla, Caline’in yaşlı, yamru yumru bir dut ağacının altında durup bakakaldığı yere, kulübenin oraya doğru geliyordu. Babası da, katırını sıra sıra pamukların bitiminde durdurup sabanına dayanmış, onlara bakmaktaydı.

Gelenler arasında kadınlar da vardı. Bozuk yolda yüksek topuklu çizmeleriyle, etekliklerini işveli bir edayla kaldırarak güçlükle yürüyorlardı. Şemsiyelerini omuzlarında döndürüyor, erkek arkadaşlarının besbelli gülünç sözlerine kahkahayı basıyorlardı.

Caline’le sohbet etmeye kalktılarsa da, Fransız ağzıyla konuşan genç kızın söylediklerinden hiçbir şey anlamadılar.

Adamlardan biri -güzel yüzlü bir delikanlı- cebinden bir eskiz defteri çıkarıp kızın resmini yapmaya başladı. Caline ise, elleri arkasında, iri gözlerini adamdan ayırmaksızın, hiç kımıldamadan duruyordu.

Adam daha resmi bitirmeden trenden bir çağrı geldi ve hepsi birden telaşla oraya koşuştu. Lokomotif keskin bir çığlık atarak havaya tembel dumanlar saldı ve çok geçmeden insan yükünü alıp gözden kayboldu.

Caline o günden sonra kendini bir daha eskisi gibi hissetmedi. Karşıda her gün hızla gidip gelen vagon katarlarını yepyeni ve tuhaf bir ilgiyle izliyor ve bu insanların nereden gelip nereye gittiklerini merak ediyordu.

Annesiyle babası bunu ona söyleyemediler; “loin la bas”dan 1 gelip “Djieu sait e ou”ya2 gittiklerini söylemekle yetindiler.

Bunun üzerine, Caline bir gün, demiryolu boyunca kilometrelerce yürüyerek, büyük su deposunun orada kalan yaşlı makasçıyla konuşmaya gitti. Evet, yaşlı makasçı biliyordu. O insanlar kuzeydeki büyük kentlerden geliyor, güneydeki kente gidiyorlardı. Adam kenti avcunun içi gibi biliyordu;  muhteşem bir yerdi. Bir ara orada oturmuştu. Şimdi de kız kardeşi orada yaşıyordu; Caline gibi hoş bir kızın yemek ve temizlik işlerinde kendisine yardımcı olmasına, bebeklere bakmasına öyle sevinirdi ki. Kentte Caline’in eline ayda beş dolar gibi bir para geçebilirdi.

Böylece Caline, yeni bir pazen eteklik, pazar ayakkabıları ve yaşlı makasçının kız kardeşine kargacık burgacık bir yazıyla yazıp büyük bir özenle kapattığı bir mektupla kente gitti.

Kadın, yeşil pancurlu, üç ahşap basamakla kaldırıma inilen, sıvalı minik bir evde oturuyordu. Sokak boyunca bu evlerin yüzlercesine rastlamak mümkündü. Evlerin damlarından uzun gemi direkleri yükseliyor, dingin sabahlarda Fransız pazarının uğultusu duyulabiliyordu. Caline ilk başlarda büyülenmiş gibiydi. Kentin gerçekliği karşısında tüm önyargılarını gözden geçirmesi gerekti. Makasçının kız kardeşi nazik ve kibar bir işkadınıydı. Bir iki hafta sonra, genç kızın kenti sevip sevmediğini sordu.

Caline kentten çok hoşlanmıştı; pazar öğleden sonraları çocuklarla kocaman, heybetli şeker ambarlarının orada gezinmek; sonra, sıkıştırılmış pamuk balyalarının üstüne oturup, Mississippi sularında bir gidip bir gelen görkemli buharlı gemileri, zarif tekneleri ve şamatacı küçük römorkörleri seyretmek keyifliydi. Yakışıklı Gaskon kasapların bu Arcadialı güzel kıza iltifatlar yağdırmak, küçük pazar buketleri sunmak ve sepetine avuç avuç lagniappe atmak için birbirleriyle yarıştıkları Fransız pazarına gittiğinde Caline’in içi içine sığmıyordu.

Bir hafta daha geçtikten sonra, kadın Caline’e hala hayatından memnun olup olmadığını bir kez daha sorduğunda, genç kız artık o kadar emin değildi. Bir süre sonra kadın aynı soruyu bir kez daha sormaya kalkınca, Caline dönüp gitti, büyük, sarı sarnıcın arkasına oturdu ve gözlerden uzak ağlamaya başladı. Çünkü artık biliyordu ki, büyük bir istekle aradığı, büyük kent ve büyük kentin kalabalıkları değil, o gün dut ağacının altında resmini yapan güzel yüzlü delikanlıydı.