Arabacının Koltuğundan

Müşterisi, gösterişsiz yüzünde hala gazinodaki o hülyalı gülümseyiş, arabadan çıktı. Jerry kolundan tuttuğu gibi polis merkezine soktu onu.


Arabacı hayata kendine mahsus bir açıdan bakar. İnsanlara bakışı, başka bir işle uğraşan bir adamın bakışından daha basittir belki. Faytonunun yüksek, oynak koltuğundan herkese tepeden bakar ve onları göçerkonar zerrecikler olarak görür, göçerlik tutkusuyla yanıp tutuşmuyorlarsa da zerre kadar değer vermez onlara. O Yehu’dur(1), siz de taşınacak birer eşya. İster devlet başkanı olun, ister ipsiz sapsızın teki, arabacının gözünde bir müşteriden başka bir şey değilsinizdir, sizi arabasına alır, kırbacını şaklatır, tekmil omurlarınızı yerinden oynattıktan sonra indirir.

Sıra parasını ödemeye gelince, tarifeye bağlı kalmaya kalkmayagörün, aşağılamanın ne demek olduğunu anlayıverirsiniz; hele cüzdanınızı evde unutmuşsanız hayatınız cehenneme döner, Dante’nin hayal gücü yanında hafif kalır.

Arabacının hayatta tek bir amaca odaklanmış olmasını, faytonun tuhaf yapısıyla açıklamak hiç de abartılı olmayacaktır. Horoz gibi tepeye tüner, sanırsınız paylaşılmaz tahtına kurulmuş bir Jüpiter; kaderiniz ellerinde tuttuğu iki kaypak kayışın arasındadır. Ayağınız yerdeyken uşakların bir dediğinizi iki etmedikleri siz, arabanın içinde eliniz kolunuz bağlı, fare gibi kapana kısılmış bir halde, oyuncak ördek gibi kafanız sallanıp durarak oturursunuz; cılız isteklerinizi duyurmak için ayaklı lahdinizdeki ince yarıktan yukarıya ciyak ciyak bağırmaktan başka çareniz yoktur.

Üstelik siz arabada oturan biri bile değil, yalnızca taşınması gereken bir yüksünüzdür. Gemide bir safrasınızdır ve “arş-ı alada oturan Kerubi”(2) de denizin dibindeki adresi ezbere bilir.

Bir gece, McGary’nin Aile Lokantası ile arasında yalnızca bir kapı olan büyük tuğla apartmandan gürültüler geliyordu; belli ki bir eğlenti vardı. Seslerin Walsh ailesinin oturduğu kattan geldiği anlaşılıyordu. Kadını erkeği, genci yaşlısıyla kaldırıma doluşan meraklı komşular arada sırada iki yana açılarak, eğlentiye McGary’nin lokantasından yiyecek ve içecek yetiştiren garsona yol veriyorlardı. Kaldırımdaki kalabalık içeride olup bitenle ilgili çene yarıştırıyordu, konuşulanlardan Norah Walsh’un düğünü olduğu hemen anlaşılıyordu.

Bir süre sonra, düğünde gülüp oynayanların bir bölüğü kaldırıma döküldü. Davetsiz misafirler de onları sarıp sarmalayıp aralarına sızınca, McGary’nin düğün halkına sunduklarından kaynaklanan neşeli çığlıklar, kutlamalar, kahkahalar ve ne idüğü belirsiz sesler geceye karıştı.

Sokağın başında Jerry O’Donovan’ın arabası duruyordu. Jerry’ye gecekuşu demelerine bakmayın; içerisi iğneoyası dantellerle, menekşelerle bezeli faytonundan afilisi, gıcır gıcırı görülmemişti. Hele Jerry’nin atı gibisi yoktu! Yulafla beslene beslene o kadar semirmişti ki, evdeki bulaşıkları yıkamadan kendini sokağa atan ve hoşlaşmadığı arabacıları tutuklatan şu ihtiyar kadınlardan birinin bile onu görünce yüzü gülerdi -evet, yüzü gülerdi-desem yalan olmaz.

Jerry’nin yıllarca rüzgar ve yağmurun sillesini yemiş silindir şapkası, zenginlerin kuduruk, güçlü kuvvetli oğullarının ve belalı müşterilerin sillelerinden kurtulamamış kıpkırmızı burnu ve McGary’nin oralarda pek tutulan pirinç düğmeli yeşil ceketi, yerinde duramayan, şamatasından geçilmeyen, kıpır kıpır kıpırdayan kalabalığın arasından bir görünüp bir kayboluyordu. Jerry’nin arabasında kafayı çektiğini, kafasının kıyak olduğunu bilmeyen yoktu. “Jerry kelle olmuş” dediği duyulan dikkatli bir gencin tanıklığını kabul edecek olursak, işi daha da ileri götürüp Jerry’nin küfelik olduğunu söylesek yeridir.

Sokaktaki kalabalığın içinden mi, yoldan tek tük geçenlerin arasından mı, bilinmez, genç bir kadın çıkageldi, arabanın yanı başında durdu. Kadının gelişi Jerry’nin işinin ehli, keskin gözlerinden kaçmadı tabii. Arabaya doğru yalpalayarak öyle bir hamle yaptı ki, orada dikilenlerden üç dön kişiyi devirdi; az kalsın kendi de yere yuvarlanıyordu ama yok! yangın musluğunun başlığına yapışıp düşmemeyi başardı. Aniden patlayan bir fınınada çarmık basamaklarını tırmanan bir denizci gibi, arabasının koltuğuna tırmanıverdi. Koltuğuna yerleşir yerleşmez de, McGary’de yuvarladığı kadehlerin en küçük bir hükmü kalmadı. Teknesinin mizana direğine çıkıp yerleştiğinde, bir gökdelenin asma iskelesindeki bir cam silicisi kadar güvendeydi anık.

Kendini toparlamaya çalışırken, “Atlayın, hanfendi,” dedi. Genç kadın arabaya girdi; kapı küt diye çarpıp kapandı; Jerry’nin kırbacı havada şakladı; kaldırımın kenarındaki suyolunun oradaki kalabalıktakiler kaçıştı ve zarif fayton şehrin içine daldı.

Yulaf azgını at hızla ileri atıldıktan sonra biraz yavaşlayınca, Jerry kapağı araladı ve müşterisini hoş tutmaya çalışarak çatlak megafon sesiyle aralıktan aşağıya seslendi:

“Nereye gitmek isterdiniz bakalım?”

“Nereye istersen,” diye tatlı ve uysal bir yanıt geldi.

“Anlaşılan, sırf keyfine gezinmek istiyor bu kadın,” diye aklından geçirdi Jerry. Ve bir öneride bulunma gereği duydu: “Parkın çevresinde şööle bi tur atalım, hanfendi. Size çok iyi gelir, harika olur.”

“Nasıl istersen,” diye yanıtladı müşteri tatlı tatlı.

Araba Beşinci Cadde’ye saptı ve o pırıl pırıl yolda hızını artırdı. Jerry koltuğunda hoplayıp zıplıyor, bir o yana bir bu yana sallanıyordu. McGary’de içtikleri de içinde depreşmiş, kafası adeta yeniden dumanlanmıştı. Çok eski bir Killisnook şarkısı tutturdu, kırbacıyla da orkestra şefinin batonu gibi tempo tutuyordu.

Yolcu arabanın içinde minderlerin üstünde dimdik oturuyor, sağa sola, ışıklara, evlere bakınıyordu. Gözleri arabanın karanlığında akşam karanlığındaki yıldızlar gibi parlıyordu.

Elli Dokuzuncu Cadde’ye geldiklerinde Jerry uyuklamaya başlamış, elindeki dizginler gevşemişti. Ama atı dönüp parkın kapısından girdi ve alışık olduğu o gece turunu atmaya başladı. Yolcu kendinden geçmişçesine arkasına yaslandı, mis gibi kokan çimenlerin, yaprakların, çiçeklerin sağaltıcı havasını içine çekti. Arabayı çeken akıllı hayvan, oraları çok iyi bildiği için, yolun sağından ayrılmadan adeta yürüyüşe geçti.

Sonunda, alışkanlık, Jerry’ye gittikçe bastıran uykuya ağır bastı. Jerry, ne fırtınalar atlatmış teknesinin kapağını kaldırıp arabacıların parkta hep sorduğu soruyu sordu.

“Gazzinoda duralım mı, hanfendi? Bişiler yer içer, müzik dinlersiniz. Herkes durur burda.”

“İyi olur doğrusu,” dedi yolcu.

Jerry hemen dizginlere asıldı, gazinonun önünde durdular. Arabanın kapısı açıldı. Yolcu basamağa basmadan yere atladı. Ve o anda kendini büyüleyici bir müzikle sarılmış buldu, bir ışık ve renk cümbüşü gözlerini kamaştırdı. Biri tam o sırada üzerinde 34 rakamı bulunan küçük dört köşe bir kart sıkıştırdı eline. Çevresine bakındığında, kendisini getiren arabanın, yirmi metre kadar ileride bekleyen dizi dizi faytonlar, arabalar ve otomobiller arasında sıraya girmiş olduğunu gördü. Biraz sonra kolalı gömlek göğüslüğüyle hemen göze çarpan bir adam ardın ardın dans ederek önünden geçti; çok geçmeden de genç kadın yaseminlerin sardığı bir parmaklığın yanı başındaki küçük bir masaya oturtuldu.

O sırada bir şeyler ısmarlamasının beklendiğini fark edince, incecik cüzdanındaki bozuklukları saydı ve bir bardak bira söyleyebileceğini anladı. Oturduğu yerden, her şeyi -sihirli bir ormandaki masalsı bir sarayda bambaşka bir renge, bambaşka bir kılığa bürünmüş hayatı- içine çekiyor, aklına sığdırmaya çalışıyordu.

Bütün masalarda ipekli giysilere bürünmüş, dünyanın en değerli mücevherlerini takmış takıştırmış prensler ve kraliçeler oturuyordu. İkide bir dönüp dönüp merakla Jerry’nin müşterisine bakıyorlardı. Gördükleri, “foulard”(3) sözcüğüyle allanıp pullanan cinsten pembe bir ipekli giysi içindeki gösterişsiz bir vücut ve kraliçeleri bile imrendirecek bir yaşama sevincinin okunduğu gösterişsiz bir yüzden başka bir şey değildi.

Saatlerin yelkovanları iki tur attı. Saraylılar alfresco(4) tahtlarından kalktılar, görkemli arabalarına binip tıkır tıkır, tıngır mıngır uzaklaştılar. Müzik tahta kutulara, deri çantalara ve çuha torbalara çekildi. Garsonlar nerdeyse tek başına oturmakta olan gösterişsiz bedenin yakınındaki masa örtülerini imalı imalı bakarak topladılar.

Jerry’nin yolcusu masadan kalktı ve üstünde rakam olan kartı uzatarak saf saf, “Biletime bir şey çıktı mı?” diye sordu.

Garsonlardan biri kartın arabasının fişi olduğunu, onu girişte bekleyen adama vermesi gerektiğini söyledi. Girişteki adam da kartı alıp baktı ve orada yazan numarayı seslendi. Sırada yalnızca üç fayton kalmıştı. Arabacılardan biri koştu, arabasının içinde uyumakta olan Jerry’yi sarsaladı. Jerry bir küfür salladıktan sonra kaptan köşküne tırmandı, gemisinin dümenini rıhtıma kırdı. Yolcusu binince, araba en kestirme yollardan parkın karanlık serinliğine daldı.

Parkın girişine vardıklarında, Jerry birden kuşkuya kapıldı ve uyur uyanık zihni zayıf da olsa aklın ışığıyla donandı. Aklına bir soru gelmişti. Atı durdurdu, kapağı kaldırdı ve radyofonik sesini kurşun bir şakul gibi aralıktan aşağıya sarkıttı:

“Dört doları görmeden bi adım daha atarsam ne oliim. Mangırın var mı?”

Yolcu, hafifçe gülerek, “Dört dolar mı!” dedi. “Ne gezer, elbette yok. Birkaç bozukluğum, bir iki de on sentliğim var, hepsi o kadar.”

Jerry kapağı kapatıp yulaf azgını atını kırbaçladı. Toynakların tıkırtısı savurduğu küfürleri biraz olsun bastırsa da duyulmasını önleyemiyordu. Başını yıldızlı göğe kaldırarak soluğu kesilinceye kadar ardı arkası kesilmeyen lanetler yağdırıyor; yanından geçen araçları gaddarca kırbaçlıyor; sokaklardan geçerken akla hayale gelmedik sunturlu küfürler savuruyordu; gecenin o saatinde güçbela evine gitmeye çalışan bir kamyon şoförü bile o küfürleri duyunca kulaklarına kadar kızardı. Ama Jerry nereye gideceğini biliyordu, oraya dörtnala sürdü arabayı.

Basamaklarının iki yanında birer yeşil lamba yanan binanın önünde dizginlere asıldı. Arabanın kapısını ardına kadar açtı, pat diye aşağıya atladı.

“Hadi yürü bakalım, düş önüme,” diye höykürdü.

Müşterisi, gösterişsiz yüzünde hala gazinodaki o hülyalı gülümseyiş, arabadan çıktı. Jerry kolundan tuttuğu gibi polis merkezine soktu onu. Kır bıyıklı komiser yardımcısı masasından işkilli işkilli baktı. Jerry’yle ikisi birbirlerinin yabancısı değildiler.

Jerry, bağrı yanmışçasına esip gürleyerek, “Amirim, bu müşteriyi görüyosun ya-” diye her zamanki şikayetlerinden birine başlayacak oldu.

Bir an durdu. Boğumlu, kırmızı eliyle alnını sıvazladı. McGary’nin orada dumanlanan kafası yerine geliyordu.

“Bu müşteriyi senle tanıştırmak istiyorum, amirim,” diye devam etti sırıtarak. “Kendisi benim karım olur, bu akşam moruk Walsh’un evinde baş göz olduk. Acaip eğlendik, aklın durur. Hadi, Norah, amirimle tokalaş da basıp evimize gidelim.”

Norah, arabaya binerken derin bir iç çekti.

“Çok hoş vakit geçirdim, Jerry,” dedi.

1-İsrail kralı Arnri’nin oğlu Ahab döneminde (IÖ 874-853) İsrail Krallığı’nın Damaskos (Şam) ve Asur sınırında görevli savaş arabaları birliğinin komutanıydı. lô 842’de lsrail kralı oldu.

2 Yahudi, Hıristiyan ve lslam geleneklerinde, insan, hayvan ya da kuş özellikleri taşıyan kanatlı göksel yaratık ve arşın (Tanrı’nın tahtının) taşıyıcısı.

3 Kadın giysilerinde kullanılan bir tür desenli ince keten-ipekli kumaş. 4 Açık hava, kır.