Ahmet Ümit ile “Kayıp Tanrılar Ülkesi Üzerine”

Ahmet Ümit, ustalığını konuşturduğu yeni romanı ‘Kayıp Tanrılar Ülkesi’nde polisiye, arkeoloji ve mitolojiyi harmanlıyor. Berlin’de işlenen bir cinayetin izleri sürüldükçe halka halka genişleyen hikâye, Bergama’ya, Helenistik kültürün mirasına doğru bir yolculuğa çıkarıyor okuru.


Polisiyenin imkânları üzerine konuşarak başlamak istiyorum. Nasıl kapılar açıyor polisiye, yazarına? Bir zamanlar “üvey evlat” muamelesi gören bir tür, ne oluyor da edebiyatın sularında kulaç atabiliyor bugün?

Edebiyatta anlatım olanakları açısından yazarına en fazla alan tanıyan tür romandır. Öyküye, şiire ve denemeye nazaran hayatın gelişmelerine en uygun cevapları bulan türdür aynı zamanda roman. Ama özellikle polisiye roman, diğer roman türlerinin ötesinde olanaklar kazandı diyebilirim zaman içinde. Artık hayat çok hızlandı ve bu hızlanmayla beraber çeşitlendi. Polisiye romanın öyle bir özelliği var ki bu hıza cevap verebiliyor. Bu bağlamda değinebileceğim ikinci husus ise hayatın bu çeşitliliğine cevap verebiliyor olması. Yani her alanda polisiye roman yazmak mümkün. Bilimkurgu polisiye de, tarihte geçen bir polisiye de yazılabilir pekâlâ. Günümüzde geçen bir polisiye de, paranın suçun merkezinde olduğu bir polisiye de yazabilirsin ya da insan öldürmenin merkez alındığı bir polisiye… Polisiye roman hakkında tüm bu söylediklerim aynı zamanda edebiyatın da misyonuyla direkt bağlantılı. Romanın bir misyonu varsa eğer bana göre insan ruhunu anlamak ve anlatmaktır. Polisiye de bundan farklı bir rol üstlenmiyor. Pek çok yazar var bunu iyi yapan ama bende iki tanesi farklı yerde duruyor. Bunlardan biri Shakespeare ve onun suç üzerine kurulmuş oyunları; ‘Hamlet’, ‘Machbeth’, ‘III. Richard’. Diğeri ise Dostoyevski; ‘Suç ve Ceza’, ‘Karamazov Kardeşler’… Tüm bu hikâyelerde bir cinayet, öldürme, yok etme söz konusu. Evet, bir cinayet söz konusu ama bu yazarlar buradan yola çıkarak insana dair çok önemli meseleleri ele alırlar. ‘Hamlet’ örnekse iktidar ve insan ilişkisini, var oluş meselesini ele alır. ‘Suç ve Ceza’ya gelirsek Doğu-Batı ilişkisini ele alıp anlatır, aynı zamanda bir modernizm eleştirisidir. ‘Karamazov Kardeşler’de baba-oğul ilişkisi, din ve insan arasındaki ilişki ele alınır. Ama bunların hepsi edebî bir olgu olarak suç temelinde anlatılır. Benim yaptığım şey ise farklı. Tüm bu özelliklerinin yanında edebiyatın “kaçış” işlevini en iyi yerine getiren türün de polisiye olduğunu görüyor ve biliyorum. En çok tercih edilen tür olmasını da buna bağlıyorum. Bu hızla akan çağda, her şeyin her an değiştiği bugünde ve bu hızlı değişime rağmen monotonlaşan hayatlarda, polisiye ile insanları bu evrenden alıp kendilerini ve yazdığım kahramanları dinleyebilecekleri farklı bir dünyanın kapılarını açıyorum. Evet, polisiyenin “kaçış” işlevini burada kullanıyorum ama kesinlikle sadece burada kalmıyorum. Bugünden kaçırıyorum ama onları evrensel hakikatle yüzleştirmeye çabalıyorum.

Bugünden kaçırıp, yine bugünün farklı bir boyutuna, aslında tam göbeğine sürüklüyorsunuz yani?

Tam olarak… Edebiyat da benim anlayışıma göre budur Eray. Edebiyatın işlevlerinden bahsediyoruz ya; eğlendirir, hoşça vakit geçirmeni sağlar, kaçış işlevi vardır ama aydınlatır da, eğitir de, yüzleştirir de… İşte benim yapmaya çalıştığım bu. Bunu yaparken de Türkiye’de yaşayan biri olarak, ülkemin bütün kültürel ortamından etkileniyorum. Kalemimden çıkanlar da bu memleketle doluyor. ‘Kayıp Tanrılar Ülkesi’ de böyle daha önceki yazdıklarım da…

‘Kayıp Tanrılar Ülkesi’nde farklı bir bakış var. Sadece bu toprakların değil, dışarıdan bu topraklara bakışın hikâyesini de anlatıyorsunuz…

Çok haklısın, ‘Kayıp Tanrılar Ülkesi’nde benim için de yeni bir şey denedim. Bu sefer dışarıdan Türkiye’ye bakışı gerçekleştirmeye çalıştım. Daha önce ‘Kar Kokusu’nda Moskova’nın da işin içinde bulunduğu bir hikâye yazmıştım ama Moskova sokaklarını, meydanlarını anlatmamıştım. Ya da oradaki insanların bakışına doğrudan eğilmemiştim. ‘Kayıp Tanrılar Ülkesi’nde ise Berlin, tüm unsurlarıyla bir roman kahramanı gibi sayfaların arasında dolaşıyor.

Söylediğinize katılıyorum, Berlin de ‘Kayıp Tanrılar Ülkesi’nin bir kahramanı. Oradan devam edelim. Romanın çok canlı bir atmosferi var. Romanlarınızın yazım aşamasında kentlere ziyaretlerde bulunduğunuzu biliyoruz. ‘Kayıp Tanrılar Ülkesi’ için de bu durum değişmedi, değil mi?

Hayır, değişmedi. Bir yazarın anlatacağı yerleri gezip görmesi zorunluluğu yoktur elbette ama ben bunu yapıyorum ve yazdıklarıma katkısı olduğunu düşünüyorum. 61 yaşındayım, 1982’den beri yazıyorum. Artık yazmayı keyifli hAle getirmem gerektiğini düşünüyorum Eray. Öte yandan yazmak benim için bir yaşam biçimi de olduğundan bundan keyif almak kadar da doğal başka bir şey olduğunu sanmıyorum. Bunu kendi adıma önemsiyorum. Nereyi yazacaksam oraya gidiyorum. Hem oradaki kültürü tanıyorum hem üretim yapıyorum hem de hayatıma yeni bir renk geliyor. Çok çalışıyorum, evet ama böyle çalışıyorum. Bu anlamda yazmanın kendisi benim için bir yaşama biçimi, evet ama renkli bir yaşama biçimine dönüşmüş durumda. Öte yandan o kültüre girmeden kimi şeylerin anlatılabileceğini düşünmüyorum. Ben de o kültürün bir parçası olabilmek için Berlin’de bir süre kaldım.

‘Kayıp Tanrılar Ülkesi’nin merkezine aldığı meseleler nedir?

Bu romanda asıl anlatmak istediğim Anadolu’daki Helenistik kültür. Muhteşem bir miras var bu bağlamda topraklarımızda. Tek bir kanaldan beslenen bir miras değil bu. Pek çok medeniyetin armağanı olan bir renklilik, zenginlik. Düşünsene; Helenistik Dönem, aynı dönemde Hititler var, ardından Roma hâkim oluyor; Selçuklu, Osmanlı derken bugüne kadar geliyor. Ve biz hâlâ bunların farkında değilmiş gibi davranıyoruz. Benim ‘Kayıp Tanrılar Ülkesi’ni yazma amacım aslında Pergamon Altarı’nı anlatmaktı. Esas meselem buydu. Çünkü Pergamon Altarı’nı anlatırsan Pergamon şehrini anlatıyorsun, şehri anlattığın zaman da Helenistik kültürü anlatıyorsun. Ama ne yazık ki dünyanın bu sekizinci harikası 1878 yılında Berlin’e götürülüyor. Almanya’da aynı isimle bir müze açılıyor ve o müze bugün Avrupa’nın en çok ziyaret edilen ikinci arkeoloji müzesi. Dolayısıyla hikâyemi anlatmaya Berlin’den başlamalıydım.

Berlin sadece bunun için önemli değil romanınızda ama değil mi? Çok sesler, çok renkler, çok anlamlar bulmuşsunuz orada…

Evet, kesinlikle. Berlin sadece bu müzeyi ve romanımın esas kahramanını barındırdığı için değil, geçirdiği toplumsal kırılmalar ve Türkiye bağları ile de anlatacağım hikâyeye önemli katkılar sunabilecek bir şehirdi. Yine romanda yer vermek istediğim meseleler arasında olan ‘dünyada yükselen ırkçılık’ açısından da Berlin önemliydi. Yine aynı şekilde dünya tarihinin kırılma noktalarından birinin tam ortasında duruyordu. Tam da bundan Berlin, ele almak istediğim tüm düğümlerin merkezi oldu. Yazmak için Berlin’e taşındığım zaman ise müthiş bir kültürel labirentte buldum kendimi ve bunları romanda yansıtmaya çalıştım. Bir Alman şehrinde değil, bir dünya şehrindeydim orada. Dünyaya baktığımız zaman geçmişten bugüne güçlü ülkeler çoksesli, çokrenkli, çokdilli ve çokdinli ülkeler olmuş her zaman. Roma İmparatorluğu böyleydi, Osmanlı İmparatorluğu böyleydi, bugünün Amerika’sı böyle… Yani tek renge hapsolanlar maalesef büyüyemiyor. Berlin de bugün o çokrenkli, sesli şehirlerden.

Biz de Türkiye’de çok zengin bir mirasın üzerindeyiz aslında, değil mi? Romanınız bunun da vurgusu aynı zamanda. Neden bunu vurgulamak istediniz, yeterince kıymet verilmediğini mi düşünüyorsunuz?

Bu topraklarda doğan herkes aslında bir dünya vatandaşı olarak doğuyor. Dünyanın üzerine yükseldiği kültür, bizim sokağımızın, köyümüzün, şehrimizin tam göbeğinde. Fakat bunların farkında değiliz, evet. Fatih Sultan Mehmet farkındaydı ama… Bundan asırlar önce “Ben Roma Kayzeriyim” diyordu. Daha önce burada olanların mirasçısı sayıyordu kendini ve sonuna kadar haklıydı. Ama biz bu bilinçte değiliz bugün ve bu bilinçte olmadığımız için Almanlar götürüyor, İngilizler götürüyor, Amerikalılar götürüyor, define hırsızları parçalayıp yağmalıyor… Kelimenin tam anlamıyla korkunç. Üstelik yasalar olmasına rağmen koruyamıyoruz kültürel varlıklarımızı.

Sadece bir kitap yayımlamak değil amacım. Bir kültürel iklim oluşturabilmek, bir farkındalık yaratabilmek. Bu da yazarlığın ötesinde bir entelektüel olarak beni çok doyuruyor. Çünkü ne yazık ki üzerinde gezindiğimiz hazinenin farkında değiliz. Neden Pergamon Müzesi Bergama’da değil de Berlin’de? Sorulmaz mı bu? Bunu sorgulamanın çok önemli olduğunu düşünüyorum ve ‘Kayıp Tanrılar Ülkesi’ buna katkı sağlarsa romanımı amacına ulaşmış sayacağım.

Dünyada bunca problemi görürken bunlara romanlarımda dokunmadan yapamıyorum. Roman aracılığıyla politika yapmaktan ya da bir ideolojiyi savunmakta bahsetmiyorum. Hayata dair dertlerde sessiz kalamıyorum ben. Dile getirmek zorunda hissediyorum kendimi bunca dert görürken. Kıstasım ise bu dertleri bir romanla anlattığımı unutmadan yazmak. Yani elimizdekinin bir edebî eser olduğunu unutmamak. Dostoyevski’nin yaptığı da, Tolstoy’un yaptığı da, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yaptığı da buydu bence.

Dünya ahvaline dair pek çok derde dokunuyorsunuz romanınızda. Bununla birlikte Almanya’da yaşayan Türklerin sorunları da gündeminize geliyor. Edebiyatımız için ıskalanmış bir coğrafya mı sizce Almanya?

Daha önce Fakir Baykurt yaşıyordu Almanya’da ve oranın meseleleriyle ilgili epey yazdı. Aynı şekilde Bekir Yıldız’ın hikâyeleri vardı. Fakat edebiyatta işgal ettiği gündemden çok daha büyük dertlerin taşıyıcısıdır Almanya. Aslında itiraf etmek gerekir ki biz Türkiye’de yaşayanlar Almanya’ya giden o insanlara sadece ‘para’ gözüyle baktık, “Almancı” dedik. Biraz da kıskanarak yaptık bunu, çünkü iyi arabalarla, güzel kıyafetlerle döndüler oradan! O insanlar iki kültürün arasında kaldı ama özellikle ikinci kuşak eşit vatandaşlık talepleriyle gündeme geldi. Tıpkı romanın kahramanı Yıldız Karasu gibi. Türkiye kökenli ama “Almanım” diyor Berlin Polis Teşkilatı’nda bir başkomiser olan Yıldız.

Tüm bu meseleleri ‘sinema etkisi’nde gibi okuyoruz roman boyunca. Hikâye zaten ‘film gibi’, buna eklemlenen ise güçlü bir görsellik de var. Çok renkli resimler görüyoruz sayfalar arasında. Bu, hikâyenin mi yoksa Berlin’in mi getirdiği bir etki?

Ben görerek kalem oynatan yazarlardanım. Her yazarın bir çalışma biçimi vardır, benim çalışmamın ilk ayağını görmek oluşturuyor. Görüyorum, sonrasında kalem oynamaya başlıyor. Dolayısıyla geceyse geceyi, gündüzse gündüzü, mekânsa mekânı anlatmam gerekiyor. Sayfalar arasındaki görsel zenginlik bundan kaynaklı. Ama sonuç olarak filme elverişli metinler ortaya çıkıyor, doğru. Atillâ Dorsay, “Filmlerini kendin çekmelisin” demişti bana. “Niye?” diye sormuştum. “Sen zaten görüyorsun” demişti. “Yazdığın şey halihazırda sinema. Bir yönetmen aldığı zaman kendi süzgecinden alıp başka bir şeye dönüştürecek hikâyeyi ama sen zaten gördüğün için bunu yapmalısın.” Fakat filme çekilsin diye değil böyle yazmamın nedeni. Anlatacaklarımı görerek algıladığımdan diyebilirim.

Uzun bir çalışma sürecinizin olduğunu biliyoruz romanla ilgili. Nasıldı, anlatır mısınız?

10 yıllık bir çalışma sürecinden geçtiğimi söyleyebilirim bu kitap özelinde. 2010 yılında yazmaya karar vermiştim. O günden sonra yoğun bir şekilde ele alacağım meselenin Bergama (Pergamon) ve Berlin ayaklarından insanlarla konuşmaya, meseleye etraflıca bakmaya başladım. Dinledikçe, öğrendikçe çok etkilendim. Geçmişte önemli olduğu kadar şimdi de önemli ayrıca Pergamon. Pek çok antik şehir gezdim Eray ama Pergamon gerçekten inanılmaz. Son dört yılda ise Berlin ve Bergama arasında mekik dokudum. Bu bağlamda romanı sadece Bergamalılar değil Berlinliler de bekliyor.

Pergamon Altarı’nın izinde


Ahmet Ümit
Yapı Kredi Yayınları, 2021
502 sayfa, 42 TL.


%d blogcu bunu beğendi: